Güvenin Yolu


Güven en büyük zekâdır. İnsanlar neden güvenmiyor? Çünkü kendi zekâlarına güvenmiyorlar. Korkuyorlar, aldatılmaktan korkuyorlar. Korkuyorlar, o yüzden kuşku duyuyorlar.

Kuşku korkudan kaynaklanır. Kuşku, kendi zekâna karşı duyduğun güvensizlikten kaynaklanıyor. Güvenebileceğinden emin değilsin. O yüzden güvene kucak açamıyorsun. Güvenin, zekâya, cesarete ve bütünlüğe ihtiyacı vardır. Güvenmek için büyük bir kalbe gerek var. Eğer yeterince zeki değilsen, kuşku duyarak kendini korursun.

 
Eğer zekân varsa, bilinmeyene adım atmaya hazırsın. Çünkü, eğer bütün bilinen dünya yok olsa ve bilinmeyenin ortasında kalsan bile, orada yaşayabileceğini biliyorsun. Bilinmeyenin içinde kendine bir yuva kurabilirsin. Zekâna güveniyorsun. Kuşku savunmadadır. Zekâ kendine her kapıyı açık tutar. Çünkü, “ne olursa olsun, o mücadeleyi kabul edip, uygun şekilde tepki verebileceğini” biliyorsun. Sıradan zihnin böyle bir güveni yoktur. Bilgi sıradandır.
 
Bilmeme durumunda olmak zekâdır. Farkındalıktır; ve bu biriktirilemez. Yaşanan her an kaybolur. Arkasında hiç bir iz bırakmadan, hiçbir varoluş izi bırakmadan yok olur. İnsan bir kere daha, saf, masum ve bir çocuk gibi, bir sonraki ana taşınır.
 
Hayatı anlamaya çalışma. Yaşa. Sevgiyi anlamaya çalışma. Sevgiye taşın. O zaman bilirsin. Ve o bilgi, senin yaşadıklarından ortaya çıkar. Bu bilgi, gizemi asla yok etmez. Ne kadar çok bilirsen, bilinecek o kadar çok daha fazla şey olduğunu bilirsin.
 
Hayat bir problem değildir. Onu bir problem olarak ele almak yola yanlış adımla başlamaktır. O, yaşanacak, sevilecek ve deneyim kazanılacak bir gizemdir.
 
Sonuçta sürekli açıklama peşindeki bir zihin, korkak bir zihindir. O büyük korku yüzünden her şeyin açıklanmasını istiyor. Kendisine açıklanmadan hiçbir şeye adım atamaz. Açıklamalar sayesinde, artık o alan tanıdık gelir. Artık coğrafyasını biliyordur. Elindeki haritaya, kılavuza ve takvime göre hareket eder. Hiçbir zaman haritasız, rehbersiz, bilinmeyen bir bölgeye adım atmaya hazır değildir. Ama hayat böyledir. Ve sürekli değiştiği için, bir haritasını çıkarmak mümkün değildir. Her an, şimdiki zamandır. Güneş altında eskiden kalma hiçbir şey yoktur. Sana söylüyorum, her şey yenidir. Sürekli hareket halinde olan inanılmaz bir dinamizmdir. Sadece değişim kalıcıdır. Sadece değişim asla değişmez.
 
Her şey değişmeye devam eder. O yüzden bir haritan olamaz. Harita tamamlandığı an, çoktan geçerliliğini yitirmiştir. Harita eline geçtiği zaman, artık bir işe yaramaz. Çünkü hayat yolunu değiştirmiştir. Hayat yeni bir oyuna başlamıştır. Haritalarla hayatın üstesinden gelemezsin. Çünkü hayat ölçülebilir değildir. Kılavuz kitaplarla hayatın üstesinden gelemezsin. Çünkü bu kitaplar, ancak her şey durağan olduğu zaman geçerlidir. Hayat durağan değildir. O bir dinamiktir. Bir süreçtir. Onun bir haritasına sahip olamazsın. O, ölçülemez. O ölçülemeyen bir gizemdir. Bir açıklama bekleme.
 
Ben buna zihnin olgunluğu diyorum: insanın hayata hiçbir soru sormadan baktığı ve cesaretle, korku duymadan içine atladığı zamandır.
 
Bütün dünya sahte dindarlarla doludur. Kiliseler, tapınaklar, Grudwara’lar, camiler, dindar insanlarla doludur. Peki, dünyanın tamamen dinsiz olduğunu görmüyor musun? Bu kadar çok dindar insan varken, dünya bu kadar dinsiz. Böyle bir mucize nasıl olabiliyor? Herkes dindar, ama hepsinin toplamı dinsiz. Din sahtedir. İnsanlar güven yetiştirmiştir. Güven bir deneyim değil, inanç olmuştur. Onlara inanmaları öğretilmiştir. Yaşayarak bilmek değil. İnsanlığın ıskaladığı nokta budur.
 
Asla inanma. Eğer güvenmiyorsan, kuşku duymak daha iyidir. Çünkü kuşku sayesinde, bir gün güven olasılığı ortaya çıkacaktır. İnsan sonsuza dek kuşkuyla yaşayamaz. Kuşku bir hastalıktır. O bir rahatsızlıktır. Kuşku yüzünden asla tatmin olamazsın. Kuşku yüzünden her zaman titrersin. Kuşku yüzünden her zaman sıkıntı içinde, bölünmüş ve kararsız kalırsın. Kuşku yüzünden sürekli bir kâbus yaşarsın. O yüzden bir gün bunu nasıl aşacağının arayışına girersin. O yüzden inançlı olmaktansa, sahte inanca sahip olmaktansa, inançsız olmak daha iyidir diyorum.
 
Sana inanmak öğretildi. Çocukluktan itibaren herkesin zihni inanmaya koşullandı. Tanrıya inan. Ruha inan. Şuna inan, buna inan. Artık bu inanç kemiklerine ve kanına girmiştir, ama hâlâ inanç olarak kalır. Onu bilmiyorsun. Ve bilmeden özgür kalamazsın. Bilince özgür kalırsın. Sadece bilmek özgürleştirir. Bütün inançlar ödünç alınmıştır; onlar sana başkaları tarafından verilmiştir, içinde çiçek açmış bir filiz değildir. Ödünç alınmış bir şey seni nasıl gerçeğe götürür? Diğerlerinden almış olduğun her şeyi bırak. Dilenci olmak zengin olmaktan iyidir. Kendi alın terinle kazandıklarınla değil, çalarak zengin olmaktansa dilenci olmak iyidir. Ödünç alınmış şeylerle, gelenekle, mirasla zengin olmaktansa, dilenci olmak daha iyidir. Yoksul ama kendin olmak çok daha iyidir. O yoksulluğun bir zenginliği vardır. Çünkü gerçektir. Ve senin inanç zenginliğin çok zayıf. O inançların asla derine ulaşmıyor. En fazla yüzeyde kalıyor. Biraz deşince inançsızlık ortaya çıkıyor.
 
Tanrıya inanıyorsun. Ama sonra işin ters gidince, birden inançsızlık ortaya çıkıyor. “İnanmıyorum. Tanrıya inanamam.” diyorsun. Tanrıya inanıyorsun ve çok sevdiğin kişi ölünce inançsızlık ortaya çıkıyor. Tanrıya inanıyorsun ve sadece sevdiğin birinin ölmesiyle bu inanç yok mu oluyor? O zaman değerli değilmiş. Güven asla yok edilemez. Orada olunca, hiçbir şey onu yok edemez. Hiçbir şey. Ama hiçbir şey onu yok edemez.
 
O yüzden unutma, güven ile inanç arasında çok büyük bir fark vardır. Güven kişiseldir; inanç ise toplumsal. Güvenin içinde büyürsün; inancın içinde olduğun gibi kalırsın, nasılsan öyle kalırsın. İnanç empoze edilebilir. İnançları bırak. Korkuyu yaşayacaksın, çünkü eğer inancı bırakırsan kuşku doğar. Her inanç kuşkunun bir yere saklanmasını sağlıyor; kuşkuyu bastırıyor. Bu seni endişelendirmesin. Bırak kuşku gelsin. Herkes gün ışığını görmeden önce karanlık geceyi yaşamak zorundadır. Herkesin kuşkuyu aşması gerekir. Yolculuk uzun, gece karanlıktır. Ancak uzun yol sona erdikten ve güneş doğduktan sonra, buna değdiğini göreceksin. Güven yetiştirilemez. Asla onu bir ekin gibi yetiştirmeye çalışma. İnsanoğlunun yapmaya çalıştığı şey budur. Yetiştirilmiş güven, inanca dönüşür. Güveni kendi içinde keşfet; onu yetiştirme. Varlığının derinliklerine in. Varlığının kaynağına in. Ve onu keşfet.
 
Bu arayışta güvene ihtiyaç duyacaksın. Çünkü bilinmeyene adım atıyorsun. İnanılmaz bir güven ve cesaret gerektirecek. Çünkü geleneksel ve alışıldık olandan uzaklaşıyor olacaksın. Kalabalıktan uzaklaşacaksın. Engin denize açılacaksın. Ve diğer kıyı var mı, yok mu bilmiyorsun.
 
Sizi böyle bir arayışa güven konusunda hazırlıksız gönderemem. Bu biraz çelişkili görünecek ama ne yapabilirim. Hayat böyledir. Sadece yüce bir güvene sahip olan kişi, yüce bir kuşkuya, yüce bir arayışa sahip olabilir.
 
Çok az güvene sahip bir insan, ancak çok az kuşku duyabilir. Hiçbir güveni olmayan insan sadece kuşku duyarmış gibi yapar. Derin arayışa giremez. Derinlik güvenden gelir ... ve bu bir risktir.
 
Seni bu haritasız denize göndermeden önce, yalnız çıkmak zorunda olduğun bu yolculuğa hazırlamak zorundayım. Tek yapabileceğim seni teknene götürmek. Önce güvenin güzelliğini ve kalbin yolunun heyecanını bilmelisin. O yüzden gerçeğin okyanusuna açıldığın zaman, devam edecek cesarete sahip olabilirsin. Ne olursa olsun, kendine olan güvenin tam olacaktır.
 
Şunu anlamalısın. Eğer kendine güvenmiyorsan, bir başkasına ya da bir şeye nasıl güvenebilirsin? Bu imkânsız. Eğer kendinden kuşku duyuyorsan nasıl güvenebilirsin? Güvenecek olan sensin ve sen kendine güvenmiyorsun. O zaman güvenine nasıl güveneceksin? Akıl zekâya dönüşmeden önce, kalbin açılmış olması şarttır. Akıl ile zekâ arasındaki fark budur.
 
Zekâ, aklın kalple uyum içinde olmasıdır.
 
Kalp nasıl güveneceğini bilir. Akıl nasıl arama yapılacağını bilir.
 
Eski bir Doğu hikâyesi vardır.

Bir köyün dışında iki dilenci yaşarmış. Biri körmüş, diğerinin bacakları yokmuş. Bir gün köyün dışında, dilencilerin yaşadığı bölgede orman yangını çıkmış. Tabii dilenciler aynı zamanda rakipmiş. Aynı meslekte, aynı insanlardan dileniyorlarmış. Sürekli birbirlerine kızıyorlarmış. Onlar dost değil düşmanmış.
Aynı meslekteki insanlar dost olamaz. Bu çok zordur; çünkü bu bir rekabet meselesidir. Bir başkasının müşterilerini alırsın. Dilenciler müşterilerini etiketler. “Unutma, bu benim adamım. Sakın onu rahatsız etme.” Hangi dilenciye ait olduğunu, hangi dilencinin seni sahiplendiğini bilmezsin; ama sokaktaki bir dilenci seni sahiplenmiştir. Mücadele edip, savaşı kazanmıştır ve artık ona aitsindir...

Üniversite yakınlarında bir dilenci dururdu. Bir gün onu pazaryerinde gördüm. O her zaman üniversitenin yanındaydı. Çünkü genç insanlar daha bonkör olur. Yaşlı insanlar giderek daha cimri, daha korkak olur. Ölüm yaklaşmaktadır ve artık para yardımcı olabilecek tek şeydir. Eğer paraları varsa, başka insanlar yardıma koşar. Eğer paraları yoksa kendi oğulları, kızları bile parmak kaldırmaz. Ama genç insanlar savurgan olur. Onlar gençtir. Kazanabilirler. Önlerinde uzun bir hayat vardır.

O zengin bir dilenciydi, çünkü Hindistan’da ancak zengin ailelerin çocukları üniversite seviyesine ulaşabiliyor. Diğerleri hayat mücadelesine atılıyor. Çok az fakir insan da girebiliyor. Ama bu çok sancılı ve zorlu bir süreç. Ben de fakir bir aileden geliyordum. Geceleri bir gazetede editör olarak çalışıp, gündüzleri üniversiteye gidiyordum. Yıllarca günde üç-dört saatten fazla uyuyamadım. Onu da gece ya da gündüz, vakit buldukça uyudum.

Bu dilenci çok güçlüydü. Başka hiçbir dilenci üniversite caddesine adım atamazdı. Girmeleri bile yasaktı. Herkes üniversitenin kime ait olduğunu biliyordu. O dilenciye. Sonra bir gün, genç bir dilenci gördüm. Yaşlı adam orada değildi. “Ne oldu; yaşlı adam nerede?” diye sordum.

“Ben onun damadıyım. Bana üniversiteyi hediye olarak verdi.” dedi. Üniversite sahibinin değiştiğini, artık bir başka sahibi olduğunu bilmiyordum. Genç adam, “Onun kızıyla evlendim.” diyordu.

Hindistan’da birinin kızıyla evlendiğinde, sana başlık parası verirler. Sadece kızıyla evlenmekle kalmazsın, kayınpederin eğer çok zenginse, sana bir araba ya da bir ev vermek zorundadır. Eğer çok zengin değilse, en azından bir mobilet, o olmazsa, en azından bir bisiklet ya da radyo, müzik seti, televizyon veya para vermek zorundadır. Eğer gerçekten zenginse, sana yurtdışında okuyup daha eğitimli olma fırsatı sunar. Doktor ya da mühendis olursun ve masrafları o öder.

Bu dilencinin kızı evlenmişti ve başlık parası olarak damada üniversite verilmişti. “Bugünden itibaren bu sokak, bu üniversite bana ait. Kayınpederim bana müşterilerini tek tek gösterdi.” diyordu.

Yaşlı dilenciyi pazaryerinde gördüm. Ve ona gidip, “Harika, çok iyi bir evlenme hediyesi vermişsin.” dedim.

“Evet.” dedi. “Sadece tek bir kızım var ve damadım için bir şeyler yapmak istedim. Ona en iyi dilenme mekânımı verdim. Şimdi bu pazaryerinde tekel oluşturmaya çalışıyorum. Bu çok zorlu bir iş; çünkü çok sayıda dilenci var. Kıdemli olanlar çoktan müşterileri paylaşmış. Ama endişe edecek bir şey yok. İdare ederim. Birkaç dilenciyi buradan kovalarım.” Ve dediğini yaptı.
Orman yanarken, iki dilenci bir an için düşündü. Birbirlerine düşmanlardı. Konuşmuyorlardı bile. Ama bu acil bir durumdu. Kör adam, bacakları olmayan adama seslendi. “Kurtulmanın tek yolu var. Seni omuzlarıma alacağım. Sen benim bacaklarımı kullanacaksın; ben de senin gözlerini. Ancak bu şekilde kurtulabiliriz.”

Anında anlaşıldı. Ortada bir sorun yoktu. Bacaksız adam dışarı çıkamıyordu. Yanan ormandan hızla çıkması mümkün değildi. Her taraf alevler içindeydi. Biraz yol alabilirdi ama bir işine yaramazdı. Çok hızlı bir şekilde çıkmak gerekiyordu. Kör adam da çıkamayacağını biliyordu. Yangının ne tarafta olduğunu, yolu, hangi ağaçların yandığını, nerede boşluklar olduğunu göremiyordu. Kör bir adam olarak kaybolacaktı. Ama ikisi de zekiydi. Düşmanlıklarını bırakıp dost oldular. Ve hayatlarını kurtardılar.
Bu bir Doğu masalıdır. Konusu akıl ve kalple ilgilidir. Dilencilikle bir ilgisi yoktur. Seninle bir ilgisi vardır. Orman yangınıyla bir ilgisi yoktur. Seninle bir ilgisi vardır. Çünkü yanmakta olan sensin. Her an yanıyor, acı çekiyor, sancılar içinde sızlanıyorsun. Akıl tek başına kördür. Bacakları vardır, hızlı koşabilir, çok hızlı yol alabilir; ama kör olduğu için hangi yöne gideceğini bilemez. O yüzden sürekli ayağı takılır, düşer, kendine zarar verir ve hayatın anlamsız olduğunu düşünür. Dünyadaki bütün entelektüeller bunu söyler. “Hayat anlamsızdır.” derler.

Hayat onlara anlamsız gelir. Çünkü kör akılla ışığı görmeye çalışırlar. Bu imkânsızdır.

İçinde bir de kalp var. Görür, hisseder ama bacakları yoktur; koşamaz, olduğu yerde kalır. Sürekli atarak bekler. Bir gün akıl anlayacak ve kalbinin gözlerini kullanacaktır.

Ben güven dediğim zaman, kalbinin gözlerini kastediyorum. Kuşku dediğim zaman, aklının bacaklarını kastediyorum.

İkisi birlik olunca yangından kurtulabilir. Hiç sorun değil. Ama unutma, aklın kalbi omuzlarının üstünde kabullenmesi gerekir. Buna mecburdur. Kalbin bacakları değil, sadece gözleri vardır. Ve aklın kalbi dinleyip, onun yönlendirmelerini izlemesi gerekir.

Kalbin devreye girmesiyle akıl zekâya dönüşür. Bu bir dönüşümdür; bütünsel bir enerji dönüşümü. O zaman insan bir entelektüel değil, kısaca bilge olur.

Bilgelik kalp ile aklın buluşmasından ortaya çıkar. Kalbinle aklın arasındaki uyumu yaratmak sanatını öğrendiğin zaman, bütün sırrı avuçlarının içine alırsın. Bütün gizemlerin kapısını açacak maymuncuğa sahip olursun.

Osho: Neden psikoterapi uzmanlarına İngilizce’de küçülten adı verilir?
Çünkü onlar öyle. Bu kelime kesinlikle psikoterapi uzmanlarının yaptıkları şeyi tanımlıyor; onlar insanları küçültürler. Onlar insanları küçültüp kişi iken hasta haline getirirler. Onların işi budur. Onlar azaltırlar.
Sen bir psikoterapiste gittiğinde ona bir şahıs olarak, şerefinle gidersin. Seni hemen etiketlere indirgerler: sen bir şizofrensin, paranoyaksın, nevrotiksin. Anında indirgenmiş olursun. Artık şerefi olan kişi değilsin. Üzerine bir etiket yapıştırılmış oldu. Sen bir hastalıksın! Senin tedavi edilmen gerekiyor.
Psikoterapist seni bir hastaya indirgeyerek kendisi daha büyük bir hale gelir. Seni ne kadar küçük bir hale indirgerse kendisini o kadar büyük hisseder.
Bu eski bir numara, sadece isimler değişiyor. Eskiden rahipler, din adamları böyleydi, şimdi psikoterapistler böyle. Geçmişte seni rahipler ufaltıyordu; suçluluk duygusunu yaratmaya çalışarak, senin bir şekilde hatalı olduğun, değişmen gerektiği, olduğun gibi kabul edilemeyeceğin, cehenneme gitmeye hazırlandığın duygusunu yaratmaya çalışarak bunu yapıyordu.
Rahibin tüm çabası seni bir suçluya, bir günahkara indirgemekti. Rahip senin içinde bir tür suçluluk duygusu yaratmaya çalışıyordu. Şimdi bu görevi psikoterapistler üstlendi. Psikoterapist yeni çağın rahibi. Seni indirger, yüceltmez. Sana varlığın için görkem, saygı vermez. Tam tersine seni değersiz hissettirir.
İşte bu yüzden biz burada yeni bir terapi türü yaratmaya çalışıyoruz; onunla hastalıklara indirgenmiyorsun, aksine zenginleşiyor, genişliyorsun. Burada sana hasta etiketi yapıştıracak psikoterapist bulunmuyor, sadece senin hasta olmadığını bilmen konusunda sana yardımcı olacak bir terapi var. Senin hasta olduğunu kim söylüyor? Sen kendinle ilgili hatalı fikirler taşıyorsun. Sana değersiz olduğunu kim söyledi? Sen muazzam bir değere sahipsin.
Benim buradaki tüm çabam bu amacı güdüyor: senin genişlemene yardım etmek.
Psikoterapist ve rahip ve sözde gurular, bunların hepsi insanlara aynı şeyi yapıyor: onlar insanları küçültüyor. Onlar insanlığı yerde sürünen, çirkin, kendi yüzünü aynada görmeye korkan solucanlara indirgediler. Kendi varlıklarına bakmaya korkuyorlar çünkü orada yanlış olmayan hiçbir şey yok. Yaralar ve irin.
Buradaki çaba tamamen farklı türde, kelimenin gerçek anlamı ile örtüşen bir terapi türü yaratmak. ‘Terapi’ sözcüğü iyileştiren anlamına gelir. Ve ne iyileştirir? Sevgi iyileştirir. Sevgi terapidir. Başka hiçbir şey terapi değildir. Hiçbir psikoanaliz, hiçbir analitik psikoloji terapi değil. Sadece sevgi iyileştirir. İyileşme sevginin bir fonksiyonudur. Ama sevgi senin bilincini genişletir. Senin giderek daha yükseklere çıkmanı, yıldızlara dokunmanı sağlar. Seni saygı gören biri gibi hissettirir. Varoluşta sana ihtiyaç duyulduğunu, yokluğunun bir delik açacağını, onun doldurulamayacağını hissettirir. Sen bir gerekliliksin. Varoluş sensiz aynı olmaz. Sen sadece bir kaza değilsin. Sen temel bir gereksinimsin.
Sana tekrar Zusiya’yı anımsatayım: Zusiya en güzel ustalardan biriydi; sen ona kusursuz usta adını verebilirsin. Bir gün sinagogda dua ederken yakalandı. Neden yakalandı? Çünkü insanlar kendilerini incinmiş hissetmişlerdi. O Tanrı’ya şöyle diyordu, “Dinle, benim sana ihtiyacım var, senin de bana. Sensiz ben bir hiçim. Ve sana şunu söylüyorum: bensiz sen de bir hiçsin. Ben senin sayende benim; sen benim sayemde sensin.”
İnsanlar çok alınmışlardı. “Zusiya, neler söylüyorsun? Aklını mı kaçırdın?” diye sordular.
Aklını kaçırmamıştı. Bu bir insanın Tanrı ile diyalog kurma şekli olmalıdır. Bu ego değildir! Hem de hiç değildir. Bu basit bir gerçektir. Küçük bir yonca yaprağı bile bir yıldız kadar değerlidir. Varoluşta bir hiyerarşi yoktur, hiç kimse daha aşağıda ya da daha yukarıda değildir. Biz hepimiz tek bir organik birlik içinde biraradayız.
Bu gerçek terapi. Terapi gerçek olduğunda sevgiden başka hiçbir şey olmaz. Terapi gerçek olduğunda sana kendine olan güveni kazanman konusunda yardımcı olur, senin çiçek açmana yardımcı olur.
‘Buda’ kelimesi ‘bodha’ kökünden gelir. Eski çağlarda ‘bodha’ kelimesi bir tomurcuğun açılması anlamında kullanılıyordu. O çiçek dünyasından gelen bir sözcük; sonra bu şekilde kullanılmaya başlamış. ‘Bodha’ sözcüğünün özgün anlamı bir tomurcuğun açılması ve bir çiçek haline gelmesi demek. Bu sözcük sonra mecazi bir anlamda kullanılmaya başlamış: Bir insan açıldığında, çiçek açtığında, koku ve renk saçtığında ve gökyüzünde dans ettiğinde bir buda olur; açılmış olur.

Bookmark and Share

Tanrı Problemi



Nietzsche’nin kâhince bir sözü vardır: “Tanrı öldü ve insan özgür.” Onun bu konuda çok muazzam bir kavrayışı vardı. Onun bu beyanatının derinliğini çok az insan anlamıştır. Bu, insan bilincinde bir kilometre taşıdır.

Eğer bir Tanrı varsa insan asla özgür olamaz; bu olasılık dışıdır. Tanrı ve insanın özgürlüğü birlikte var olamaz çünkü Tanrı’nın anlamı, onun yaratıcı olması demektir; o zaman bizler kuklalara indirgeniriz. Ve şayet o bizi yarattıysa, istediği an bizi yok edebilir. O bizi yarattığında bize hiçbir şey sormadı; bizi yok etmek istediğinde de bize sormak zorunda değil. Yaratmak ya da yok etmek tamamen onun arzusuna kalmıştır. Nasıl özgür olabilirsin? Olmak için dahi özgür değilsin. Ne doğumun senin özgürlüğündür, ne de ölümün senin özgürlüğündür ve bu iki köleliğin arasında hayatının bir özgürlük olabileceğini mi düşünüyorsun?

İnsanın özgürlüğü kurtarılacaksa Tanrı ölmek zorundadır.
Seçenek açıktır; boyun eğmek söz konusu değildir. Tanrı ile birlikte insan bir köle olarak kalacaktır ve özgürlük sadece boş bir sözcük olarak kalacaktır. Sadece Tanrı’nın olmadığı özgürlük anlam kazanmaya başlar.

Fakat Friedrich Nietzsche’nin ifadesi sadece yarısıdır; hiç kimse onu tamamlamaya çalışmadı. O tam gibi görünür ancak, görünümler her zaman hakiki değildir. Dünyada Tanrı’sı olmayan dinler vardır — ki bu dinlerde dahi insan özgür değildir. Friedrich Nietzsche Budizm’in, Jainizm’in, Taoizm’in — tüm dinlerin en derin olanlarının — farkında değildi. Bu üç din için Tanrı yoktur.

Lao Tzu, Mahavira ve Gautam Buda aynı nedenden Tanrı’yı reddetmiştir çünkü Tanrı ile birlikte insanın sadece bir kukla olduğunu görebilmişlerdir. O zaman aydınlanma için tüm çabalar anlamsız olur; sen özgür değilsin, nasıl aydınlanabilirsin? Ve her şeye gücü yeten, tüm güce sahip birisi var; senin aydınlanmanı senden alabilir. O her şeyi yok edebilir!

Ancak, Nietzsche tanrısız dinler olduğunun farkında değil. Binlerce yıldır Tanrı’nın varlığının insan özgürlüğünün önündeki en büyük engel olduğunu anlamış insanlar vardır; onlar Tanrı’yı ortadan kaldırmıştır. Fakat insan hâlâ özgür değildir.

Benim senin anlaman için yol göstermeye çalıştığım şey, sadece Tanrı’yı öldürerek insanı özgür kılamayacağındır. Bir şeyi daha öldürmek zorunda kalacaksın ve bu da dindir.

Bu nedenle dinin de ölmesi gerektiğini söyledim; o, Tanrı’yı izlemeli. Ve biz senin üzerinde senden daha güçlü hiç kimsenin olmadığı ve farklı türden kafesler — Hıristiyan, Müslüman, Hindu, Budist — güzel kafesler yaratacak organize dinin olmadığı dinsiz ve Tanrısız bir dindarlık yaratmak zorundayız.

Tanrı ve dinin birlikte ölmesi ile otomatik olarak bir şey daha ölür ve bu da din adamlığı, liderlik, farklı çeşitlerdeki dinî liderliktir. Artık onun bir işlevi yoktur. Onun bir papa ya da bir shankaracharya ya da bir ayetullah olabileceği organize bir din yoktur. Onun temsil edebileceği bir Tanrı yoktur; onun işlevi bitmiştir.

Buda, Mahavira, Lao Tzu, Tanrı olmadan bile din kalırsa, din adamının insanı köleliğin içinde tutmayı başarabileceğini bilmeden, farkında olmadan Friedrich Nietzsche ile aynı şekilde Tanrı’yı bırakmışlardır. Ve o, insanı köle olarak tutmuştur.

O nedenle Friedrich Nietzsche’nin kavrayışını tamamlamak için din ölmek zorundadır. Eğer Tanrı yoksa organize bir dinin olmasının anlamı yoktur. Kim için organize din var olsun ki? Kiliseler, tapınaklar, camiler, sinagoglar yok olmak zorundadır. Ve bununla birlikte hahamlar ve piskoposlar ve her çeşidinden dinî lider basitçe işsiz kalır, gereksiz hale gelir. Ancak, muazzam bir devrim gerçekleşir; insan tamamen özgür olur.

Bu özgürlüğün ifade ettiği şeyler hakkında konuşmadan önce Friedrich Nietzsche’nin kavrayışı gerçekleşseydi, o zaman insanoğlu için nasıl bir özgürlük olacağını anlamak durumundasın. Tanrı öldü, insan özgür ... ne için özgür? Onun özgürlüğü tıpkı diğer hayvanlarınki gibi olacaktır.

Ona özgürlük demek doğru değildir; o tutkudur. O özgürlük değildir, çünkü o hiç sorumluluk, hiç bilinç taşımaz. O, insanın kendisini yukarı doğru yükseltmesine, esaretinde olduğundan daha yüksek bir şey olmasına yardım etmeyecek. Özgürlük seni köleliğinin içinde olduğun yerden daha yükseğe çekmiyorsa anlamsızdır. Özgürlüğünün, seni köleliğinden daha aşağıya çekmesi mümkündür çünkü köleliğin belli bir disiplini vardı, onun belirli bir ahlakı vardı, onun belirli prensipleri vardı. Onun, arkanı kollayan, cezalandırılmaktan ve cehennemden korkutan, ödüller ve cennet için seni açgözlü kılan ve seni, özgürlüğü olan ama bu özgürlüğün onları daha yüksek bir varlık yapmadığı vahşi hayvanlardan biraz daha yüksekte tutan belirli bir organize dini vardı. Senin takdir edebileceğin herhangi bir niteliği o vermemiştir.

Nietzsche sadece özgürlük vermenin yeterli olmadığına ilişkin hiçbir fikre sahip değildi; o sadece yetersiz değil, tehlikelidir. O insanı hayvanlığa indirgeyebilir. Özgürlük adına daha yüksek bilinç hallerine doğru giden yolunu kaybedebilir.

Ben Tanrı öldü, organize bir varlık olarak din öldü dediğimde; o zaman insan kendisi olmak için özgürdür. İlk defa o, en derindeki varlığını hiçbir engel olmadan keşfetmek için özgürdür. O kendi varlığının derinliklerine dalmak için, bilincinin yüksekliklerine ulaşmak için özgürdür. Onu engelleyecek hiç kimse yoktur; onun özgürlüğü tamdır. Ancak, bu özgürlük sadece — Tanrı’nın mevcudiyetinin kalkması ile, dinin mevcudiyetinin kalkması ile, din adamlığının ve dinî liderliğin mevcudiyetinin kalkması ile — mümkün olur. Böyle olursa benim dindarlık niteliği dediğim bir şeyi koruyabiliriz, bu sayede sadece dindarlık canlı kalır. Ve dindarlık insan özgürlüğü ile mükemmel bir şekilde uyumludur; o, insan gelişimini güçlendirir.

“Dindarlık” diyerek ben insanın olduğu hali ile yeterli olmadığını ifade ediyorum. O daha fazla olabilir, o çok daha fazlası olabilir. O ne olursa olsun bir tohumdur. O içinde nasıl bir potansiyel taşıdığını bilmez.

Dindarlık basitçe, gelişmek için bir meydan okumadır; o, tohumun kendini ifade etmesinin zirvesine ulaşması, binlerce çiçeğe dönüşmesi ve içinde saklı olan mis kokuları serbest bırakması için bir meydan okumadır. Bu mis kokuya ben dindarlık diyorum. Onun senin sözde dinlerinle hiçbir alakası yoktur, onun Tanrı ile hiçbir alakası yoktur, onun din adamlığıyla hiçbir alakası yoktur. Onun seninle ve senin gelişme potansiyelinle bir alakası vardır.---OSHO
Bookmark and Share

Evlilik ve Sevgi Denilen Sonsuz Dans



Ben hiçbir zaman "Evlilik sevgiyi öldürür" demedim. Evlilik sevgiyi nasıl öldürsün ki? Evet, sevgi evlilik içinde tahrip edilir ancak evlilik tarafından değil, senin tarafından. Sevgi, karı-kocalar tarafından öldürülür. Onu yok edersin çünkü sevginin ne demek olduğunu bilmiyorsun. Sen sadece onu biliyormuş gibi yapıyorsun, sadece bilmiş olmayı umut ediyorsun, bildiğini hayal ediyorsun ancak sevgi nedir bilmiyorsun. Sevgi öğrenilmelidir -işte en büyük hüner buradadır.

İnsanlar dans ederlerken seni de aralarına davet ettiklerinde "Nasıl yapılacağını bilmiyorum" dersin. Sadece sıçrayıp, hoplayarak dans etmeye başlayamazsın çünkü bu şekilde insanlara ancak ne büyük bir dansçı olduğunu değil sadece bir maskara olduğunu kanıtlayabilirsiniz. Dans etmek öğrenilmelidir -zarafeti, figürleri. Senin vücudunu bu yolda eğitmen gerekir.

Ortada sadece tuval, fırça ve boyalar var diye birden resim yapmaya başlayamazsın. "Gerekli olan her şey mevcut o halde bir resim yapayım" diyemezsin. Tuvali boyayabilirsin ancak bu yolla bir ressam olamazsın.

Sen bir kadın ile karşılaşırsın -ve tuval oradadır. Aniden bir sevgili olur ve onu boyamaya başlarsın. Ve o da seni boyamaya başlar. Şüphesiz, her ikiniz de sonuçta yaptığının saçmalığını er ya da geç anlarsın -boyalı budalalar. Sen hiçbir zaman aşkın bir sanat olduğunu düşünmedin. Sen bu sanat ile birlikte doğmadın, onu doğumunla birlikte getirmedin. Onu öğrenmelisin. Sevgi, en fazla maharet gerektiren, en zor sanattır.

Sen sadece bir yetenek ile doğdun. Şüphesiz bir vücudun var ve bir dansçı olabilirsin. Vücudunu hareket ettirerek dansçı olabilirsin ancak önce dans edebilmeyi öğrenmen gerekir. Dans edebilmeyi öğrenmek için daha fazla çaba gerekir. Ancak yine de onu tek başına yapabildiğinden bu çok zor olmayacaktır.

Sevgi çok daha zor bir şeydir. O başka biriyle dans etmektir. Diğerinin de dansın ne olduğunu bilmesi gerekir. Başka birisiyle uyuşmak büyük sanattır. İki insan arasında bir armoni yaratabilmek... iki insan iki farklı dünya demektir. Ve bu iki dünya birbirlerine yaklaştıklarında aralarında bir uyum oluşmazsa büyük gürültü kopacaktır. Ve mutluluk, sağlık ve uyum hep bu sevgiden ortaya çıkar. Sevmeyi öğren. Evlenmek için acele etme, önce sevmeyi öğren. Önce büyük bir sevgili ol.Bunun için ne yapmak lazım? İlk şart olarak bir sevgili her zaman sevgisini vermeye hazırdır ve karşılık görüp görmemek onu hiç mi hiç rahatsız etmez. Sevgi her zaman geri dönecektir, bu onun doğasıdır. O tıpkı senin dağlara gidip yüksek sesle şarkı söylemen ve vadilerin de sana cevap vermesi gibidir. Sen hiç dağlardaki yankılanmayı izledin mi? Sen bağırırsan vadiler de bağırır ya da şarkı söylersen onlar da şarkı söyler. Her yürek bir vadidir. Eğer ona sevgi dökersen o da size aynı şekilde cevap verir.

Sevginin ilk dersi onu talep etmemektir. Verici ol.

İnsanlar ise bunun tam aksini yaparlar. Hatta verdiklerinde bile çoğunlukla bunun arkasında, aşkın geri döneceğine, dönmesi gerekliliğine dair bir düşünce vardır. Bu bir ticarettir. Onlar paylaşmıyorlar, onlar özgürce paylaşamıyorlar. Ancak koşullu olarak paylaşabiliyorlar. Gözlerinin bir ucuyla hep onun geri gelip gelmediğine bakıyorlar. Zavallı insanlar... sevginin en doğal işlevini bilmiyorlar. Sen sadece akıtırsın, o geri döner.

Şayet geri dönmüyorsa, yine de sevmenin mutluluk olduğunu bilen gerçek bir sevgili için kaygılanacak hiçbir şey yoktur. Gelirse iyidir, mutluluk katlanır ancak hiçbir zaman gelmeyecekse sevginin gerçek doğası içinde öylesine mutlu ve öylesine vecd içinde olursun ki bu da seni asla rahatsız edemez.Sevginin kendine özgü bir mutluluğu vardır. Sevdiğinde o olur. Sonuçlar için hiç beklemeniz gerekmez. Sadece sevmeye başlaman yeter. Zamanla çok çok daha fazla sevginin sana geldiğini göreceksin. Sevmenin ne olduğu sadece severek öğrenilebilir. Yüzmenin yüzerek öğrenildiği gibi.

İnsanlar son derece hasisler. Sevmek için o en yüce sevgilinin gelmesini bekliyorlar. Kapalı kalıyorlar, bir kenara çekilmiş duruyorlar. Sadece bekliyorlar. Bir yerlerden bir Kleopatra çıkıp gelecek ve ancak o zaman kalplerini açacaklar... ki o zamana kadar da onu nasıl açacaklarını zaten unutmuş olacaklar.

Hiç bir sevgi fırsatını kaçırma. Sokaklarda yürürken bile sevebilirsin. Kimseye bir şeyler vermen de gerekmez, sadece gülümse yeter. Onun bir maliyeti yoktur, içten bir gülümseme kalbini açar, kalbini daha canlı yapar. Birisinin elini tut - bir arkadaş ya da bir yabancı fark etmez. Doğru insanla karşılaşınca seveceğim diye bekleme. O zaman hiçbir zaman gelmeyecektir. Sevmeye devam et. Daha fazla sevdikçe doğru insanla karşılaşma için ihtimaller de artacaktır çünkü kalbin bir çiçek gibi açmaya başlayacaktır. Ve çiçekler açan bir kalp de, kendisine daha fazla arı, daha fazla sevgili çekecektir.

Çok yanlış eğitildin. En önce herkesin halihazırda bir sevgili olabileceği gibi çok yanlış izlenimin var. Bir kere doğmuş olmakla bir sevgili olabileceğini sanıyorsun. Bu kadar kolay değil. Evet bir potansiyel var ancak bu potansiyelin disipline edilmesi, doğru yönlendirilip doğru eğitilmesi gerekir. Bir tohum vardır ancak ona çiçek açtırılmalıdır.

Sen tohumu taşımaya devam ediyorsun ancak bu halde hiçbir arı gelmeyecektir. Sen hiç tohuma gelen bir arı gördün mü? Onlar ancak tohum çiçek açtığında gelirler. Çiçeklen, bir tohum olarak kalma.

Ayrı ayrı mutsuz olan iki insan bir araya geldiklerinde çok daha fazla mutsuzluk yaratırlar. Bu matematikseldir. Sen mutsuzdun ve karın da mutsuzdu ve ikinizde bir araya gelerek mutlu olabileceğinizi umuyordunuz. Bu son derece sıradan bir matematik işlemidir; iki artı iki dört eder. Bu kadar basit işte. Bu hiçbir yüksek bilgi gerektirmez, çok sıradan, çok kolay, parmaklarınla da sayabilirsin. Siz her ikiniz de daha mutsuz olacaksınız.

Flört etmek başka bir şeydir. Flörte güvenme. Aslında evlenmeden önce flört etmeyi bırak. Benim önerim evliliğin balayından sonra olmasıdır, asla daha önce değil. Eğer balayında her şey yolunda giderse ancak ondan sonra evlenilmeli.

Evlilikten sonra yapılan balayı son derece tehlikelidir. Bildiğim kadarıyla evliliklerin yüzde doksan dokuzu balayının bitimiyle birlikte biter. Ancak artık yakalanmış olduğundan kaçacağın pek bir yer yoktur. Tüm toplum, kanunlar, yargı -her şey karını terk edersen ya da o seni terk ederse karşına çıkar. Bütün ahlak kuralları, dinsel kurallar, herkes sana karşıdır. Aslında toplumlar evliliğe giden yolda tüm engellemeleri koyup boşanmada tümünü kaldırmalı. Toplum insanların bu denli kolay evlenebilmesine izin vermemeli. Mahkemeler engellemeler koymalı -mesela evlilikten önce en az iki yıl birlikte yaşamayı şart koşmalı.

Şimdi ise olan bunun tam tersi. Evlenmek istediğinde kimse sana hazır olup olmadığını yada bunun geçici bir heves olup olmadığını sormaz -bir kadınla sadece burnunu beğendiğin için evlensen bile. Ne büyük aptallık ! Kimse sadece güzel bir burunla yaşayamaz ki ! İki gün sonra burun tamamen unutulur. Kim kendi karısının burnuna bakar ki? Kadın asla güzel görünmez, koca asla güzel görünmez. Birbirinizi tanıdıkça güzellik yok olur.

İki insanın evlilik öncesinde birbirlerini yeterince tanımalarına mutlaka fırsat verilmelidir. Daha önce evlenmeleri engellenmelidir. Ancak o zaman boşanmalar dünya yüzünden tamamen yok olur. Boşanmalar yanlış ve zoraki evlilikler yüzünden vardır. Evliliklerin romantik bir ruh haliyle yapıldığı için vardır.

Eğer bir şairsen romantik duygular iyidir... ve şairlerden iyi bir eş olduğu da henüz görülmemiştir. Gerçekten de şairlerin hemen tamamına yakını bekardır. Gelişigüzel ilişkilere girerler ancak asla yakalanmazlar ve böylelikledir ki romantizmleri hep canlı kalır. Şiirler yazmaya, çok güzel şiirler yazmaya devam ederler. Şairane bir ruh hali içindeyken asla evlenilmemelidir.Düzyazı halinizin gelmesini bekleyin, durulun. Günlük hayat şiirden çok düzyazıya benzer. Yeterince olgunlaşmalısın.

Olgunluk bir kimsenin artık romantik bir budala olmamasıdır. Hayatı anlar, hayatın sorumluluklarını anlar, başka bir insanla birlikte yaşamanın sorunlarını anlar. Tüm bu güçlükleri görür, onları kabul eder ve hala o insanla birlikte yaşamak isteyip istemediğine karar verir. Her tarafı güllerle çevrili bir cenneti umut etmez. Saçmalıkları umut etmez, gerçeğin pürüzlü ve sert yollarda olduğunu bilir. Güller vardır ancak çok daha fazla da diken vardır.

Tüm bu problemlerin farkında olarak hala o insanla birlikte olmanın bu risk ve zahmete değeceğini düşünüyorsan, o zaman evlen. Bu taktirde evlilik sevgiyi öldürmeyecektir çünkü bu sevgi gerçekçidir. Evlilik sadece romantik aşkı öldürebilir. Ve bu insanların çocuksu sevgi dedikleri şeydir. Ona asla güvenme. Onu sürekli bir besin olarak düşünme. Belki dondurmaya benzetilebilir. Bazen yenilebilir ancak asla yeterli değildir. Hayat daha gerçekçi olmalıdır.

Evliliğin kendisi asla herhangi bir şeyi tahrip etmez. Evlilik sadece sende saklı olanı açığa çıkartır, dışarı çıkarır. Şayet sevgi bir gösteriş, bir yem ise er yada geç yok olmak zorundadır. Ardından gerçekler, çirkin yüzler ortaya dökülür. Evlilik sadece bir fırsat yaratır, sahip olduğun her şeyin ortaya dökülmesi için iyi bir fırsat.Sevgi evlilik tarafından yok edilir demiyorum.

Sevgi, onun ne olduğunu bilmeyen insanlar tarafından yok edilir diyorum. Sevgi yok edilir çünkü gerçekte zaten hiç olmadı. Bir rüya görüyordun ve gerçekler bu rüyayı yok etti. Diğer yandan sevgi sonsuz, ebedi bir şeydir. Büyürsen, bu sanatı öğrenerek büyürsen, sevgi ve hayatı tüm gerçeklikleriyle kabul edebilirsen, o da her geçen gün biraz daha büyüyecektir. Ve evlilik de, sevgi içinde büyümek için muazzam bir fırsat olacaktır.

Sevgiyi yok edebilecek hiçbir şey yoktur. Eğer gerçekten orada ise ve büyümeye devam ediyorsa. Fakat öyle sanıyorum ki, ilk elde o zaten orada değildi. Sen kendini yanlış anladın, orada olan daha başka bir şeydi. Belki seks oradaydı, cinsel cazibeler oradaydı. Bir kadını ya da adamı gerçekten sevdiğinde cinsel çekim yok olur, çünkü o sadece bilinmeyene karşı duyulur. Birlikte olunduğunda bir süre sonra bu çekicilik kaybolur ve sevgi denilen sadece bunun üzerindeyse arada hiçbir bağ kalmaz. Sevgiyi asla başka bir şey ile karıştırma. O sevgi ise, sadece sevgidir.

Peki, gerçek sevgi derken neyi kastediyorum? Kastettiğim şey, sevdiğinin sadece orada olmasından duyulan ani mutluluktur, sadece birlikte olmanın getirdiği vecd halidir, sadece birlikte olmanın kalbinin en derinliklerinde bir yerleri doldurmasıdır.. yüreğinde bir şeyin şarkı söylemeye başlamasıdır, armoninin kollarında olmandır. Ne zaman bu birliktelikle birlikte daha fazla birey olursun, daha fazla merkezinizde olur ve yere daha sağlam basarsın, işte o zaman bu gerçek sevgidir.Sevgi bir tutku değildir, sevgi bir duygu değildir.

Sevgi, birisinin bir şekilde seni tamamladığının çok derinden anlaşılmasıdır. Birisinin seni tam bir daire haline getirmesi. Diğerinin varlığının senin varlığını arttırması. Sevgi, kendin olman için sana özgürlük verir, o asla sahiplenme değildir.

İzle. Asla seksi sevgi olarak düşünme aksi taktirde fena yanılırsın. Uyanık ol ve ne zaman ki birisinin varlığı, sadece varlığı - başka hiçbir şey değil, başka hiç bir şeye ihtiyaç olmadan, hiç bir soru olmadan sadece varlığı senin mutlu olman için yeterli ise... bir şeyler içinde çiçek açmaya başlar, bin bir tomurcuk patlar... o zaman seviyorsundur ve ancak o zaman gerçeğin yarattığı tüm güçlükleri göğüsleyebilirsin. Birçok acı, birçok kaygı - onları geçip gidebilirsin ve sevgin hep daha fazla, daha fazla çiçek açmaya devam edecektir. Çünkü şartlar seni daha da cesur yapacaktır. Ve tüm bunların üstesinden gelirken sevgin de çok daha güçlü olacaktır.Sevgi sonsuzluktur. Şayet orada ise, büyümeye devam edecektir. Sevginin bir başı vardır, ancak bir sonu asla yoktur.

Osho

Bookmark and Share

Bir İpte İki Cambaz 1



Aristo insanı mantıklı bir varlık olarak tarif etmiştir. İnsan mantıklı değildir; ve böyle olması da iyi bir şeydir çünkü güzel olan her şey mantıksızlık sayesinde varolmaktadır. Mantık, matematiği doğurur; mantıksızlık ise şiiri. Mantık, bilimi getirir; mantıksızlık ise dini. Mantık ile piyasa, para, pul gelir; mantıksızlık ile de aşk, şarkı,dans. Evet, insanın mantıksız olması iyidir. İnsan mantıksızdır.

Pek çok tanım konmuştur. Ben derim ki insan dedikodu üreten bir hayvandır. Mitler üretir - tüm mitler aslında dedikodudur. İnsan dinler, mitler, varoluş hikayeleri yaratır. İnsanlığın ta en başından beri insanoğlu güzel mitolojiler yaratmaktadır. Tanrı'yı yaratmaktadır. Tanrı'nın dünyayı yarattığı fikrini yaratmıştır; ve güzel mitler yaratmaktadır. Devamlı üretir, durmadan yeni mitler üretir. İnsan mit yaratan bir hayvandır; ve eğer etrafında bir mit olmasa hayat çok sıkıcı olurdu.

Modern hayatın sorunu işte bu: tüm eski mitlerden vazgeçildi. Aptal rasyoneller onların aleyhinde çok fazla konuştu. Mitlerden vazgeçildi çünkü bir mite karşı durursan o savunmasız kalır. Kendini savunamaz. Çok kırılgandır; çok naziktir. Onunla savaşa girersen mutlaka yıkımına yol açarsın, ama onu yok ederek insan kalbinin bir güzelliğini yok etmiş oluyorsun. Önemli olan mit değildir, mit semboliktir sadece - kalpteki kökleri ise derinlere iner. Miti öldürürsen kalbi de öldürürsün.

Şimdi, tüm dünyada, mitleri öldüren o rasyonalistler hayatın anlamsız olduğunu, şiirin artık varolmadığını, mutlu olmak için bir neden kalmadığını, coşkuya yer olmadığını görüyorlar. Bütün neşe yokoldu. Mit olmayınca dünya bir pazar yerine dönüşür; bütün tapınaklar ortadan kalkar. Mit olmayınca tüm ilişkiler birer alışverişten ibaret olur; içlerinde sevgi barınmaz. Mit olmayınca koskoca boşlukta yalnız - kalırsın

Eğer aydınlanmamışsan o şekilde yaşamazsın; kendini anlamsız hissedersin, derin bir umutsuzluğa kapılıp bunalıma girersin. İntihar girişimine başlarsın. Yaşam anlamını yitirmiş olduğundan kendini kaybetmek için mutlaka bir yol bulursun - uyuşturucu, içki, seks - böylece kendini unutabilirsin. Mit anlam verir. Mit güzel dedikodulardan ibarettir, ama yaşamana yardımcı olur. Hiçbir dedikodu olmaksızın yaşamayı becerecek düzeyde değilsen seyahat etmek, dünyayı dolaşmak sana yardımcı olacaktır. Çevrende insani bir ortam oluşturacaktır; yoksa dünya çok katı görünür. Düşün: Hintliler nehirlere, Ganj'a giderler ibadet için. Bu bir mittir; yoksa Ganj sadece bir nehirden ibaret kalır. Ama bir mit sayesinde Ganj anaya dönüşür, ve bir Hindu Ganj'a gittiğinde büyük bir haz duyar.

Mekke'deki taş, Kabe'nin taşı, sadece bir taştan ibarettir. Küp şeklindedir, o nedenle Kabe adı verilmiştir: Kabe "küp" anlamına gelir. Ama sen Kabe'ye giden bir Müslüman'ın neler hissettiğini bilemezsin. Ortaya müthiş bir enerji çıkar. Kabe bir şey yaptığından değil - ortada bir mit dışında bir şey yok. Ama o kişi taşı öptüğünde bu dünyaya ait değil; başka bir dünyaya, şiirlerin dünyasına geçiyor. Kabe'nin çevresinde yürüdüğünde Tanrı'nın çevresinde yürümüş oluyor. Tüm dünyadaki Müslümanlar Kabe yönünde dua ederler. O yön bulundukları yere göre değişir: İngiltere'de dua eden birisi Kabe'ye döner; Hindistan'da dua eden birisi Kabe'ye döner; Mısır'da dua eden birisi Kabe'ye döner. Günde beş kez tüm dünyadaki Müslümanlar dua ederler, dünyayı kucaklarlar, ve Kabe'ye doğru bakarlar - Kabe dünyanın merkezi haline gelir. Bir mit, güzel bir mit...o anda tüm dünya şiir ile çepeçevre sarılır.

İnsanlar varoluşa anlam yüklerler; işte bir mitin anlamı budur. İnsanoğlu dedikodu üreten bir hayvandır. Ufak tefek dedikodular, mesela mahalle veya komşunun karısı ile ilgili...ve büyük çaplı dedikodular, Tanrı hakkında, kozmik olanlar. Ama bu insanların hoşuna gidiyor.

Benin bayıldığım bir hikaye var; pek çok kez anlatmış olmalıyım. Bu bir Yahudi hikayesi:
Asırlar önce bir şehirde bir haham yaşıyordu. Şehirde ne zaman bir sorun yaşansa haham ormana gider, bir kurban keser, dua eder, bir ritüeli yerine getirir, ve Tanrı'ya, "Bu felaketi başımızdan al. Bizi kurtar," diye yakarırdı. Ve her seferinde şehir kurtulurdu. Bu haham öldü; yerine bir başkası geçti. Şehirde bir sorun yaşandı; halk toplandı. Haham ormana gitti, fakat ibadet yerini bulamadı. Nerede olduğunu bilmiyordu. O da Tanrı'ya, "Eski hahamın sana yakardığı yer neresiydi bilemiyorum, ama bunun önemi yok. Sen nasılsa biliyorsun, ben de duamı burada edeceğim," diye seslendi.
Neticede şehir kurtuldu. İnsanlar mutlu oldu.
Sonra bu haham öldü; yerine yenisi geçti. Şehrin başına yine bir dert, bir felaket çöktü. İnsanlar toplandılar.
Haham ormana gitti, ama Tanrı'ya dedi ki, "İbadet yerini bilmiyorum, ritüeli bilmiyorum. Sadece duayı biliyorum. Yani lütfen, sen her şeyi bilirsin, o yüzden ayrıntılara takılma. Beni dinle..." Ve söylemek istediklerini söyledi. Felaketten kıl payıyla kurtuldular. Sonra o da öldü; başka bir haham geldi. Halk toplandı, başlarında dert vardı, bir hastalık hızla yayılıyordu, ve dediler ki, "Ormana git, bugüne kadar hep böyle yapıldı. Ta eskiden beri hahamlar oraya giderler."
Haham koltukta oturuyordu. Dedi ki, "Ne diye oraya gidilecekmiş ki? Tanrı bizi buradan da duyabilir. Hem ben o yerin nerede olduğunu bilmiyorum..." Sonra gökyüzüne baktı ve dedi ki, "Dinle. Bu yerin nerede olduğunu bilmiyorum, ritüelden haberim yok - duayı bile bilmiyorum ben. Bütün hikayeyi duydum, hani ilk hahamın ve ondan sonrakinin ve bir sonrakinin ve diğerlerinin nasıl ormana gittiğini... ben sana onların hikayesini anlatacağım - çünkü senin hikayelere bayıldığını biliyorum. Lütfen, hikayeye kulak ver ve bizi felaketten koru. Ve eski hahamlarla ilgili hikayeyi anlatmaya koyuldu. Derler ki Tanrı hikayeyi çok beğendi ve şehri kurtardı. Tanrı hikayeleri çok seviyor olmalı; kendisi de mitler yaratıyor, mutlaka hikayeleri seviyordur. Tüm dedikoduyu ilk başlatan zaten kendisi!

Evet, yaşam bir dedikodudan ibaret, yaradılışın sonsuz sessizliğinde anlatılan bir dedikodudan ve insanoğlu dedikodu üreten bir hayvan. Bir Tanrı değilsen mutlaka dedikoduyu seviyorsundur: Rama ve Sita'nın, Adem ile Havva'nın, Mahabharata'nın öykülerini seviyorsundur; eski Yunan, Roma, Çin öykülerini seviyorsundur.
Milyonlarcası var - hepsi de güzel.
Eğer onları mantık testine tabi tutmazsan sana kapılarını açarlar; içlerinde nice gizemler saklıdır. Ama onlara mantık uygulamaya kalkışırsan tüm kapılar kapanır; o zaman o tapınak sana uygun değildir. Aşk hikayeleri. Onları seversen sana sırlarını verirler. Ve içlerinde neler neler saklıdır: insanlığın keşfettiği her şey öykülerde saklıdır. O yüzden İsa öğretilerini kısa öyküler aracılığı ile iletir, o nedenle Buda öykü anlatır durur. Hepsi dedikoduyu severdi.

Bir İpte İki Cambaz
İki kanun kaçağı ile kralın öyküsü
(Ölüm Sanatı'ndan alınma/Kalbe Yolculuk - 3. Bölüm)
İnanç ve güven, ve aralarındaki farklılıklar üzerine

BİR ZAMANLAR, TÜM HASİD TARİKATI KARDEŞLİK İÇİNDE BİRARADA OTURMUŞKEN, ELİNDE PİPOSU İLE HAHAM ISRAEL ARALARINA KATILDI. ÇOK DOSTÇA DAVRANDIĞI İÇİN ONA SORDULAR,
"ANLAT BİZE, SEVGİLİ HAHAM, TANRI'YA NASIL HİZMET ETMELİYİZ?"
HAHAM SORUYA ŞAŞIRDI, VE DEDİ Kİ, "BEN NEREDEN BİLEYİM?"
ANCAK SONRA DA ONLARA ŞU HİKAYEYİ ANLATTI: KRALIN İKİ TANE DOSTU VARDI, VE İKİSİ DE BİR SUÇTAN DOLAYI MAHKUM EDİLDİLER. DOSTLARINA SEVGİSİNDEN DOLAYI KRAL KENDİLERİNE
MERHAMETİNİ GÖSTERMEK İSTEDİ, AMA ONLARI SERBEST BIRAKAMAZDI ÇÜNKÜ BİR KRALIN İSTEĞİ
BİLE KANUNDAN ÜSTÜN OLAMAZDI. O YÜZDEN ŞU FERMANI ÇIKARDI:
DERİN BİR UÇURUMUN ÜZERİNE BİR İP GERİLECEKTİ, VE BİRBİRİ ARDINA BU İKİ ADAM İPİN ÜZERİNDE YÜRÜYECEKLERDİ. KARŞI KIYIYA HANGİSİ ULAŞABİLİRSE ONUN HAYATI BAĞIŞLANACAKTI.
KRALIN EMRİ YERİNE GETİRİLDİ, VE DOSTLARINDAN İLKİ SAĞ SALİM KARŞI KIYIYA VARDI. HALA AYNI NOKTADA DURAN DİĞERİ, ONA SESLENDİ: "SÖYLESENE, DOSTUM, KARŞIYA GEÇMEYİ NASIL BAŞARDIN?"İLK KARŞIYA GEÇEN GERİ SESLENDİ,
"BEN ŞUNUN DIŞINDA HİÇBİRŞEY BİLMİYORUM:
NE ZAMAN BİR TARAFA DÜŞECEK GİBİ OLSAM,
DİĞER TARAFA ABANDIM."

Bookmark and Share

Bir İpte İki Cambaz 2



Varoluş çelişkilidir; çelişki onun ta kalbinde yaşar. Çelişki zıtlıklar sayesinde yaşar, o zıtlıkların dengesidir. Ve bu dengeyi tutturabilen kişi yaşamın, varoluşun, Tanrı'nın ne olduğunu da anlayabilecek duruma gelir. İşin sırrı dengededir. Bu konuya dalmadan evvel birkaç şey var... İlkönce, biz Aristo mantığı ile eğitildik - o da düz, tek boyutludur.
Yaşam ise Aristo değil Hegel mantığı ile işler. Mantık düz değil diyalektiktir. Yaşam sürecinin kendisi diyalektiktir, yani zıtların buluşması - zıtların çatışması ve aynı zamanda buluşması. Ve yaşam bu diyalektik süreç içinde geçer: tezden antiteze, antitezden senteze - ve sonra yeniden sentez teze dönüşür. Tüm süreç baştan başlar.

Eğer Aristo haklıysa o zaman sadece erkekler vardır ve kadınlar yoktur, veya sadece kadınlar vardır ve erkekler yoktur. Eğer dünya Aristo'nun dediği gibi olsaydı sadece ışık olurdu ve hiç karanlık olmazdı, veya, sadece karanlık olurdu ve hiç ışık olmazdı. Mantık bunu gerektirirdi. Ya yaşam ya da ölüm olurdu ama ikisi birden olamazdı. Ama yaşam Aristo mantığı üzerine kurulu olmadığından içinde ikisini de barındırıyor. Ve aslında yaşam her ikisi sayesinde, zıtların sayesinde mümkün oluyor: kadın ve erkek, yin ve yang, gece ve gündüz, doğum ve ölüm, aşk ve nefret. Yaşam ikisini de içeriyor. Kalbinin derinliklerinde ilk hissetmen gereken şey işte budur - çünkü herkesin beyninde Aristo var. Dünyadaki tüm eğitim sistemi Aristo'ya inanıyor - en ileri düzeydeki bilim insanları Aristo'yu modası geçmiş saysa bile. O artık geçerli değil. Bilim Aristo'yu aştı çünkü bilim varoluşa daha fazla yaklaştı. Ve şimdi bilim yaşamın mantık değil diyalektik üzerine kurulu olduğunu anlıyor. Şöyle duydum. Nuh'un gemisinde sevişmenin yasaklanmış olduğunu biliyor muydun?
Tufandan sonra çiftler teker teker gemiden ayrılırken Nuh arkalarından bakıyordu. En sonunda dişi ve erkek kediler gittiler, peşlerinden bir sürü ufacık kedi yavrusu geliyordu. Nuh hesap sorarcasına kaşlarını kaldırınca erkek kedi ona dedi ki, "Sen bizim kavga ettiğimizi sanıyordun!" Nuh herhalde Aristo mantığı güdüyordu; erkek kedi ise daha uyanıktı.

Aşk bir tür kavgadır, aşk aslında bir kavgadır. Kavga olmadan aşk var olamaz. Birbirlerine ters gibi görünüyorlar - çünkü biz aşıkların asla kavga etmemeleri gerektiğini düşünüyoruz. Mantık şöyle: birisini seviyorsan onunla nasıl kavga edersin? Bu çok açık gibi duruyor, aşıklar kavga etmemeli gibi görünüyor - ama
ediyorlar işte. Hatta, onlar birbirleriyle çok samimi olan düşmanlar; devamlı kavga ediyorlar. O kavgadan adına aşk denen enerji fışkırıyor. Aşk sadece kavgadan, çatışmadan ibaret değil, bu doğru - bunlardan fazlası da var.
Kavga var, ama aşk bunun üzerine çıkıyor. Kavga aşkı yok edemiyor. Aşk kavgadan canlı çıkıyor ama kavgasız da yaşayamaz.

Yaşama bir bak: yaşam Aristo veya Öklit'in öğretileri gibi değildir. Yaşama kendi kavramlarını yüklemezsen, her şeye olduğu gibi bakabilirsen, o zaman şaşkınlıkla göreceksin ki zıtlar birbirini tamamlıyor. Zıtların arasındaki gerilim yaşamın temelini oluşturuyor - yoksa yaşam yok olurdu. Ölümün olmadığı bir dünya düşün... Beynin "o zaman yaşam sonsuza dek var olacak" diyebilir, ama bu doğru değildir. Eğer ölüm olmazsa yaşam da yok olur.
Ölüm olmadan yaşam var olamaz; ölüm ona gereken arka fonu sağlar, renk ve derinlik verir, ölüm ona tutku ve yoğunluk verir.

Bu yüzden ölüm yaşamın karşısında değildir - her şeyden önce - ölüm yaşamın içindedir. Eğer sahici bir yaşam sürmek istiyorsan nasıl devamlı sahici bir şekilde öleceğini de öğrenmelisin. Doğum ile ölüm arasındaki dengeyi
sağlamalı ve tam ortasında durmalısın. Bu ortada kalma hali kalıcı olamaz: bir şeyi elde ettin de her şey bitti - bu demek değildir, sanki yapacak bir şey kalmamış gibi. Bu saçmalıktır. Kimse sonsuza dek dengesini koruyamaz, onu tekrar tekrar elde etmelisin. Bunu anlamak çok zor çünkü beyinlerimiz gerçek hayata uygulanması imkansız bazı kavramlarla yoğrulmuştur.
Bir kez meditasyona ulaştın mı artık yapacak bir şey kalmadığını sanıyorsun, sanki hep meditasyon halinde kalacaksın. Bu yanlış. Meditasyon kalıcı değildir. O bir dengedir. Ona tekrar tekrar ulaşman gerekir. Onu elde etmekte gittikçe daha başarılı olacaksın ama elinde bir eşyaymış gibi sonsuza dek kalmayacak. Her an ona
sahip çıkman gerekiyor - ancak o zaman senin olabilir. Gevşeyemezsin, "Ben meditasyon yaptım ve başka bir şey yapmam gerekmediğini farkettim. Artık dinlenebilirim," diyemezsin. Yaşam dinlenmeye inanmıyor; o bir mükemmeliyetten diğerine doğru kesintisiz bir hareket. Bana kulak ver: bir mükemmeliyetten diğerine. Asla kusurlu değil, hep mükemmel, ama her zaman daha da mükemmeline ulaşmak mümkün. Mantık açısından bu sözler anlamsız.
Bir anekdot okumuştum...
Bir adam hesabı sahte parayla ödemiş olmakla suçlanıyordu. Mahkemede paranın sahte olduğunu bilmediğini iddia etti. Kanıtlaması için sıkıştırıldığında itiraf etti: "Çünkü o parayı çalmıştım. Sahte olduğunu bildiğim parayı çalar mıyım hiç?" Bu savunmayı değerlendiren hakim, mantıklı olduğuna karar verdi ve sahte para suçlamasını geri çekti. Ama yeni bir suçlama getirdi - hırsızlık.
"Tabii, parayı çaldım," dedi suçlu rahat bir tavırla. "Ama sahte paranın kanuni hiçbir değeri yoktur. Ne zamandan beri hiçbir şey çalmak bir suç oldu ki?" Kimse bu mantıkta bir kusur bulamadığından adam beraat etti.
Ama mantık yaşamda işe yaramıyor. Paçayı o kadar kolay kurtaramıyorsun. Kanunun kıstırdığı kapandan kanuna uygun ve mantıklı bir şekilde kurtulabilirsin çünkü o kapan Aristo mantığından oluşuyor - aynı mantığı kullanarak kurtulabilirsin. Ama yaşamda mantık, teoloji, felsefe veya zekan sayesinde o kadar kolay kurtulamazsın - teori üretmekte çok başarılı olsan bile. Yaşamın içinden ancak gerçek deneyimler ile çıkabilir veya onu aşabilirsin.

İki tip dindar insan vardır. Birincisi çocuksudur; bir baba figürü aramaktadır. Aynı zamanda olgunlaşmamıştır; kendine güvenmez, o nedenle bir şekilde bir Tanrı'ya ihtiyaç duyar.

Tanrı varolabilir veya varolmayabilir - bu önemli değil -ama bir Tanrı'ya ihtiyaç vardır. Tanrı orada olmasa bile tam gelişmemiş beyin onu uyduracaktır, çünkü az gelişmiş beyinlerin buna psikolojik olarak ihtiyacı vardır - Tanrı'nın orada olup olmaması bir gerçeklik sorunu değil psikolojik bir ihtiyaçtır.İncil'de Tanrı'nın insanı kendine benzettiği söylenir, ama tam tersi daha doğrudur: insan Tanrı'yı kendine benzetmiştir. İhtiyacın her ne ise o tür bir Tanrı yaratırsın, o nedenle Tanrı kavramı her devirde değişir. Her ülkenin kendine has bir kavramı vardır çünkü her ülkenin kendine has bir ihtiyacı vardır. Hatta, her insanın
farklı bir Tanrı kavramı vardır çünkü onun da kendi ihtiyaçları vardır ve bunların tatmin edilmesi gerekir.
Birinci tip dindar kişi - sözde dindar kişi - aslında sadece az gelişmiştir. Onun dini din değil psikolojidir. Ve din psikoloji olduğunda bir rüyadan, bir istekten, bir arzudan ibaret kalır. Gerçeklerle bir ilgisi kalmaz.
Bir şeyler okuyordum... Küçük bir çocuk dualarının sonunu şu sözlerle getiriyordu: "Sevgili Tanrım, anneme iyi bak, babama iyi bak, kız kardeşime iyi bak ve teyzeme ve amcama ve büyük annemle büyük babama - ve, Tanrım lütfen, kendine de iyi bak yoksa hepimiz batarız!" Çoğunluğun Tanrı'sı işte budur. Sözde dindar kişilerin yüzde doksanı az gelişmiş kişilerdir. İnanırlar çünkü
inançsız yaşayamazlar; inanırlar çünkü inanç onlara bir tür güvenlik hissi verir; inanırlar çünkü inanç kendilerini koruma altında hissetmelerini sağlar. Bu onların kendi rüyasıdır, ama işe yarar. Yaşamın karanlık gecesinde, varoluşun zorlu kavgasında, böyle bir inanç olmayınca kendilerini yalnız hissedeceklerdir. Ama onların Tanrı'sı kendi özel Tanrılarıdır, gerçeklerin tanrısallığı değil. Az gelişmişliklerinden kurtulunca da Tanrıları yokolur.Bu çoğu insanın başına gelmiştir. Geçtiğimiz yüzyılda pek çok insan dinsiz oldu - Tanrı'nın varolmadığını
anladıklarından değil, yaşadıkları devrin insanları biraz daha olgun kıldığından. İnsanoğlu rüştünü ispat etti;

insanoğlu biraz daha olgunlaştı. O nedenle çocukluktaki Tanrı, gelişmemiş beynin Tanrı'sı, artık geçersiz kaldı. Friedrich Nietzsche "Tanrı öldü" derken bunu kastediyordu. Ölen tanrısallık değil, az gelişmiş beynin Tanrı'sıdır. Aslında Tanrı öldü demek doğru olmaz çünkü Tanrı hiç yaşamadı. Tek doğru ifade tarzı Tanrı'nın artık geçerli olmadığı şeklindedir. İnsan kendine daha fazla güvenebilir - inanca ihtiyacı yok, inanca yaslanmaya ihtiyacı yok.

Bu nedenle insanların dine olan ilgisi gittikçe azalıyor. Kilisede olan bitene karşı kayıtsızlaştılar. Ona karşı o kadar kayıtsızlaştılar ki onunla tartışmıyorlar bile. "Tanrı'ya inanıyor musunuz?" diye sorsan "Farketmez -
varolup olmadığı önemli değil, hiç farketmez" diyeceklerdir. Eğer sen inanıyorsan sırf kibarlık olsun diye "Evet, Tanrı var" diyeceklerdir. Sen inanmıyorsan "Hayır, Tanrı yok" diyeceklerdir. Ama artık bu konuda ateşli tartışmalar olmayacak.

Bu birinci tip din; bu tip yüzyıllardır mevcut, ve gittikçe daha fazla modası geçiyor. Artık devri kapanıyor. Yeni bir Tanrı'ya ihtiyaç var, psikolojik olmayan bir Tanrı'ya; varoluşçu olan bir Tanrı'ya, gerçeğin tanrısallığına, gerçekle eşit olan bir Tanrı'ya. Hatta "Tanrı" sözcüğünden de vazgeçebiliriz - "gerçek"
diyebiliriz, "varolan" diyebiliriz.

İkinci tip dindar insanlarda ise din korkudan kaynaklanmıyor. İlk din tipi korkudan kaynaklanıyor, ikincisi ise - oda uyduruk, yapay, sözde din - korkudan değil de uyanıklıktan kaynaklanıyor. Ortada teori üretip duran mantık, metafizik, felsefe konularına tamamen hakim çok akıllı bazı kişiler var. Tamamen soyut olan bir din
yaratıyorlar: aklın, zekanın, sanatın, felsefenin yarattığı güzel bir eser. Ama asla hayata nüfuz etmiyor, yaşamın hiçbir yerine dokunmuyor, soyut bir kavram olarak olduğu yerde kalıyor. Bir seferinde Nasreddin Hoca bana dedi ki, "Ben asla olmam gerektiği gibi olmadım. Tavuk ve karpuz çaldım, sarhoş olup hem yumruklarımı hem usturamı kullanarak kavga ettim, ama bir şeyi asla yapmadım: bütün bu kötü ve çirkin davranışlarıma rağmen dinimden asla vazgeçmedim."

Şimdi bu nasıl bir din anlayışı oluyor? Yaşamının üzerinde hiçbir etkisi yok. İnanıyorsun, ama o inanç hayatına hiçbir etki etmiyor, onu hiç değiştirmiyor. Senin yaşayan bir parçan olmuyor, kanına girmiyor, onunla nefes alıp vermiyorsun, kalbin hiç onunla çarpmıyor - tamamen işe yaramaz bir şey olarak kalıyor. En fazla bir süs olabilir, ama asla senin bir işine yaramaz. Bazı günler kiliseye gidersin; bu bir formalitedir, sosyal bir gerekliliktir. Tanrı'ya, İncil'e, Vedas'a inanırmış gibi yaparsınız, ama aslında inanmazsın, samimi değilsindir.
Yaşamın inançsız sürer gider, yaşamın tamamen farklı bir yönde gelişir - dindarlıkla hiçbir ilgisi olmaz. İzle... birisi Hinduyum der, birisi Hrıstiyanım der, birisi Yahudiyim der - inançları farklıdır, ama yaşamlarını izlersen hiçbir fark olmadığını görürsün. Yahudi, Hristiyan, Hindu -hepsi aynı hayatı yaşarlar. İnançları yaşamlarını hiç etkilemez.

Aslında inançlar yaşamına dokunamaz, inançlar birer araçtır. İnançlar, "Yaşamın ne olduğunu biliyorum" mesajı vermeni sağlayan zekice tasarlanmış araçlardır - böylece sen rahatlayabilirsin, yaşam sana çok dert olmaz. Bir kavrama tutunursunuz ve o kavram yaşamı rasyonelize etmenizi sağlar. Böylece yaşam seni fazla rahatsız etmez çünkü tüm soruların tüm cevapları elindedir. Ama unutma...din kişisel olmadığı sürece, din soyut değil gerçek olmadığı sürece, onu köklerinde, ta içinde hissetmediğin sürece - kanın, canın haline gelmemişse - boşunadır, işe yaramaz. Bilgelerin değil filozofların dini
olur.

Üçüncü tip söz konusu olduğunda...ve gerçek din budur, diğer ikisi dinin çarpıtmalarıdır, sahte dinlerdir. Ucuz, çok kolay, çünkü sizi zorlamıyor. Üçüncüsü çok zordur, zahmetlidir; müthiş zorlayıcıdır; yaşamını altüst eder – çünkü bu üçüncüsü, gerçek din der ki Tanrı'ya kişisel yollardan seslenilmelidir. Onu kışkırtmak ve seni
kışkırtmasına izin vermelisin ve onunla anlaşmalısın; hatta, onunla çatışmalısın, kavgaya tutuşmalısın. Onu sevmelisin, ve ondan nefret etmelisin; onunla dost olmalı ve düşman olmalısın; Tanrı deneyimini yaşayan bir olaya dönüştürmelisin.

Küçük bir çocuğun hikayesini duydum...ve senden bu küçük çocuk olmanı rica ediyorum. O gerçekten akıllıymış... Ufak oğlan çocuğu bir Pazar günü okul pikniğinde kaybolmuştu. Annesi deliler gibi onu arıyordu, ve az sonra çocuksu bir sesin "Estelle, Estelle!" diye seslendiğini duydu. Kadın hemen ufaklığın yerini buldu ve koşup onu kucakladı. "Neden bana anne değil de ismimle, Estelle diye seslendin?" diye sordu, çünkü çocuk daha önce onu hiç ismiyle çağırmamıştı. "Şey," dedi ufaklık, "'Anne' diye seslenmenin bir yararı olmazdı - burası anneyle dolu zaten."
'Anne' diye seslenirsen öyle çok anne var ki - ortalık onlarla kaynıyor. Kişisel bir hitap şekli bulmalısın, onu ilk ismiyle çağırmalısın.

Tanrı'ya da kişisel bir tarzda hitap etmezsen, ilk ismiyle çağırmazsan, o asla yaşamında bir gerçeğe dönüşmeyecektir. 'Baba' diye seslenebilirsin ama kimin babasından bahsediyorsun? İsa ona 'baba' dediğinde bu kişisel bir hitaptı. Bu sözcüğü sen kullandığında tamamen kişiliksiz oluyor. Hristiyanca ama kişiliksiz oluyor.
İsa ona 'baba' dediğinde sözcük anlam yüklüydü; sen 'baba'dan söz edince anlamsız oluyor - sen varoluş ile hiçbir gerçek temasta bulunmadın. Sadece bir yaşam deneyimi - inanç veya felsefe değil - sadece bir yaşam
deneyimi varoluşa kişisel bağlamda seslenmeni sağlayacaktır. O zaman kendisiyle yüzleşebilirsin. Ve varoluş ile yüzleşmediğin sürece sen sadece kelimelerle kendini kandırıyor olursun...içi boş, anlamsız, içeriği olmayan kelimeler ile.

Çok ünlü bir Sufi mistiği vardı, adı Şakik idi. Tanrı'ya o kadar derin, öylesine müthiş bir güven duyuyordu ki sadece bu güven sayesinde yaşıyordu. İsa müritlerine der ki: "Tarladaki şu nilüferlere bakın - hiç çaba göstermiyorlar ama yine de öylesine güzel ve canlılar ki Süleyman bile tüm ihtişamına rağmen hiç bu kadar güzel olmadı." Şakik bir nilüferin hayatını yaşadı. Bu şekilde yaşayan pek az sayıda mistik vardır, ama böyle
yaşayan sıradan kişiler mevcuttur. Güven öyle tam, öyle sonsuzdur ki hiçbir şey yapmaya gerek kalmaz - varoluş senin adına her şeyi yapar: Hatta, sen yapsan bile aslında Tanrı yapıyordur onları; sen sadece yaptığını zannediyorsundur.

Bir gün bir adam gelip Şakik'i tembellik ve aylaklıkla suçladı ve ona iş teklifinde bulundu. "Sana hizmetlerin için para vereceğim," dedi adam. Şakik şöyle dedi: "Beş tane çekincem olmasa teklifini kabul ederdim. Birincisi, sen iflas edebilirsin. İkincisi,
hırsızlar varını yoğunu çalabilir. Üçüncüsü, bana ne verirsen ver helal etmeyeceksin. Dördüncüsü, eğer işimde hata bulursan muhtemelen beni kovacaksın. Beşincisi, sen ölürsen benim ekmek kapım da kapanmış olacak." "Şimdi," diye sözlerini tamamladı Şakik, "şöyle ki, benim tüm bu olumsuzluklardan arınmış bir Efendim var."

İşte güven budur. Yaşama güven o zaman hiçbir şey kaybetmezsin. Ama bu güveni doktrinlerden, vaazlardan, eğitimden, düşüncelerden elde edemezsin - bu güvene ancak yaşamı tüm zıtlıkları, tüm çelişkileri, tüm ikilemleri ile yaşayarak kavuşabilirsin. Tüm ikilemlerden sonra denge noktasına geldiğinde güven oluşur. Güven dengenin ruhu, özüdür.
Eğer gerçekten güvene kavuşmak istiyorsan tüm inançlarından vazgeç. Onların hiçbir yararı olmaz. İnanan bir akıl aptaldır; güvenen bir akıl ise tamamen zekidir. İnanan bir akıl gayet vasattır; güvenen bir akıl ise kusursuzlaşır. Güven onu kusursuz kılar.

İnanç ile güven arasındaki fark basittir. Ben kelimelerin sözlük anlamlarından bahsetmiyorum - sözlükte şöyle olabilir: inanç güven demek, güven iman demek, iman inanç demek - ben varoluştan bahsediyorum. Varoluşçu açıdan bakınca inanç ödünç alınır, güven sana aittir. İnanç inandığın bir şeydir ama hemen altında şüphe yatar. Güven ise çift taraflı değildir; tamamen şüpheden arınmıştır. İnanç içinde bir ayrım yaratır: beyninin bir kısmı inanır, bir kısmı reddeder. Güven tüm benliğinin bütünleşmesidir.
Peki eğer bunu yaşamazsan nasıl tüm benliğin ile güveneceksin? İsa'nın Tanrı'sı olmaz, benim tecrübemin Tanrı'sı size uymaz, Buda'nın tecrübe ettiği Tanrı da olmaz - bu sana ait bir deneyim olmalı. Eğer inançlara saplandıysan tekrar tekrar bu inanca uymayan deneyimler yaşayacaksın, ve sonra beynin bu deneyimleri algılamama eğilimi oluşturacak çünkü seni fazlasıyla rahatsız edecekler. İnancını yokediyorlar ve sen hala inancına tutunmak istiyorsun. Sonra hayata karşı gittikçe körleşiyorsun - inanç gözlerini karartıyor. Güven gözlerini açar; güvenin kaybedecek bir şeyi yoktur. Güven, gerçek olan gerçektir anlamına gelir -"Ben istek ve arzularımı bir kenara koyabilirim, onlar gerçeği değiştirmiyor. Sadece dikkatimi dağıtıp beni gerçeklerden uzaklaştırıyorlar." Eğer bir inancın varsa, ve bu inancın imkansız olduğunu söylediği bir deneyimle karşı karşıya gelirsen, neyi seçeceksin - inancı mı deneyimi mi? Beyin inancı seçme ve deneyimi yaşamama eğilimindedir. Tanrı kapını çaldığı halde birçok fırsatı işte bu şekilde kaçırdın. Unutma ki sen gerçeği ararken yalnız değilsin - gerçek de seni arıyor. Çoğu kez eli sana neredeyse değecekti, çok yakınlaştı, ama sen omuz silkip döndün. Olay senin inancına uygun düşmüyordu ve sen de inancı seçmeyi seçtin.

Çok güzel bir Yahudi fıkrası duydum. Bir gece bir vampir kanını emmek üzere İrlandalı Katolik Patrick O'Rourke'un yatak odasına sızar. Annesinin ona anlattığı hikayeleri hatırlayan Patrick, hemen bir haç alır ve onu vampire doğru sallar. Vampir bir an
duraksar, hay allah dercesine başını sallar, ve sevimli bir ifade takınıp tam bir Yahudi aksanıyla şöyle der: 'Eyvahlar olsun be çocuğum! Sen de amma yanlış vampire çattın!' Şimdi, vampir Hristiyan olmuş olsaydı, iyiydi! O zaman haçı gösterebilirsin. Ama eğer vampir Yahudi ise o zaman ne olacak? İşte o zaman "Eyvahlar olsun be çocuğum! Sen de amma yanlış vampire çattın!" Eğer belli bir inancın varsa ve hayat onunla uyuşmuyorsa, ne yapacaksın? Hala haç sallamaya devam edebilirsin - ama eğer vampir Yahudi ise, senin haçına itibar etmeyecektir. O zaman ne yapacaksın?

Hayat o kadar geniş ve inançlar o kadar küçük ki; hayat o kadar sınırsız ve inançlar öylesine minnacık ki.
Yaşam asla hiçbir inanç ile uyuşmuyor, ve eğer inançlarına zorla hayat vermeye kalkışırsan imkansızı deniyor olursun. Bu asla gerçekleşmedi; eşyanın tabiatına aykırı bir durum. Tüm inançlardan kurtul ve nasıl deneyim yaşayabileceğinizi öğrenmeye başla..  Osho

Bookmark and Share

Zeka : Kapatma Düğmesini Keşvetmek



Biraz mesafeli ol, zihni izle, nasıl çalışıyor ve mesafeli ol. İzlemek otomatik olarak mesafe oluşturur. O nedenle yeniden ve yeniden Budalar ısrar eder; izle. Gece ve gündüz izle. Yavaş yavaş bilinçliliğinin olduğunu görmeye başlayacaksın ve zihin sadece senin için mevcut olan bir araçtır. O zaman onu ihtiyaç olduğunda kullanabilirsin ve ihtiyaç olmadığında düğmeyi kapatabilirsin. Şu an düğmeyi nasıl kapatacağını bilmiyorsun; o her zaman açık. Bu senin odanda her zaman açık olan bir radyo gibidir ve sen onu nasıl kapatacağını bilmiyorsun; o yüzden radyo açık uyumak zorundasın ve binlerce kez duymuş olduğun her türden şarkıyı, reklamı çalarak bağırmaya devam ediyor. Ama sen onu nasıl kapatacağını bilmiyorsun. Bütün gün yoruluyorsun pek çok kez radyonun gürültüsünden kurtulmak istiyorsun ama yapamıyorsun çünkü onu nasıl kapatacağını bilmiyorsun. Bu nasıl kapatacağını bilmediğin için ışıklar açık uyumak gibidir.

Freud Viyana'ya ilk kez elektrik geldiğinde köyden bir arkadaşının onu ziyarete geldiğini hatırladığını söyler. Freud, ziyaretçisine çok misafirperver davrandı, onu uyuyacağı odaya götürdü ve onu orada bıraktı ve iyi geceler diledi.
Köylü tek bir şeye; elektriğe yani elektrik lambasına çok şaşırmıştı. O bir gaz lambasını yakmayı, bir mumu söndürmeyi biliyordu ama bu elektrik ampulü ile ne yapması gerekiyordu? Bildiği her şeyi denedi: Sandalyenin üzerinde durup pek çok kez üfledi ama hiçbir şey olmuyordu. Onu her açıdan inceledi; bir deliği, hiçbir şeyi yoktu.
Duvarın üzerinde bir düğme olduğunu nereden hayal edebilirdi? O hiç elektrik görmemişti bunu hayal etmek onun için mümkün değildi. Ancak o gidip Freud'a ya da başka birisine sormaya çekiniyordu çünkü onun bir aptal olduğunu düşüneceklerdi... "Işıkları bile kapatamıyorsun; ne biçim bir insansın." Utanç duyguları içinde ışıklar açık olarak uyumaya çalıştı. Uyuyamadı. Pek çok kez ayağa kalkıp sandalyenin üzerinde yeniden denedi. Bütün gece bu böyle devam etti; ışık yüzünden uykusu gelmedi; çok fazla ışık, çok parlak ışık; hiç bu kadar parlak ışık görmemişti. O mumları biliyordu ama ampul yüz tane mumu odaya getirmiş olmalıydı. Sabahleyin yorgunluktan ölüyordu.
"Çok yorgun görünüyorsun, uyuyamadın mı?" diye sordu Freud.
"Artık bunu gizlemenin bir anlamı yok çünkü burada üç gün kalacağım; bu ampul beni öldürecek. Ona bakmak bile tüylerimi diken diken ediyor. Onu nasıl kapatmalı?" dedi.
Freud onu duvara götürdü ve düğmeyi gösterdi. Adam denedi, açtı ve kapadı ve kahkahayı bastı. "Bu kadar basit bir şey ve ben bütün bir gece denedim ama onu bulamadım!" dedi.
O tüm hayatı boyunca deneyebilirdi ve hiçbir zaman düğme ile ışığı ilişkilendiremeyebilirdi.
Senin başına gelen şey de buna benzer bir şey; zihnin devamlı açık. Zihnin, sen doğduğun andan itibaren çalışmaya başlayıp seyircilerin önüne çıkana kadar sürekli çalışan muazzam bir mekanizma olduğu söylenir; o zaman ansızın durur, o zaman ona bir şey olur. Aksi taktirde sen ölene kadar devam eder. Ve çok az insan seyirciler önünde durmak zorunda kalır, o yüzden de zihin engellenmeden devam eder ve seni son derece yorgun, bitkin, yıpranmış, can sıkıntısı içinde bırakır. Ve o devamlı aynı şeyleri tekrar eder durur.
Niçin insanların canı çok sıkkın? Hayat sıkıcı değil, unutma. Hayat her zaman için muazzam bir gizemdir, o her zaman şaşırtıcıdır, o her zaman yenidir, o sürekli kendisini yeniliyor. Yeni yapraklar geliyor, eski yapraklar ayrılıyor; yeni çiçekler beliriyor, eski çiçekler kayboluyor. Ancak sen hayatı göremezsin çünkü sürekli kendi zihninden sıkılıyorsun. O binlerce kez söylediği şeyi tekrarlamaya devam ediyor. Sen sırf nasıl düğmeyi kapatacağını bilmediğin için çok yorgun görünüyorsun.
Zihnin çöpe atılmasına gerek yok, zihnin kendi yerine konması gerekiyor. O çok güzel bir köle fakat çok çirkin bir efendidir. Dizginleri eline al ve efendi ol. Ve yapacağın ilk şey, atacağın ilk adım zihinden kendini ayırmak. Onun sen olmadığını gör, mesafe oluştur; ne kadar büyük bir mesafe olursa onun düğmesini kapatma becerisi de o kadar büyük olur.
Zihni kapattığında karşılaşacağın mucizelerden birisi de zihnin daha taze ve daha zeki hale gelmesidir. Bir düşün: doğduğun günden itibaren sen ölene dek zihin çalışmaya devam eder. Ve kimse bilemez belki de sen mezardayken dahi çalışıyor olabilir çünkü o zaman da bazı şeyler olmaya devam ediyor. Sen mezardayken bile tırnaklar büyümeye devam eder, saçlar uzamaya devam eder. Bu demektir ki bazı mekanizmalar hâlâ sürüyor. Ölü bir bedende dahi tırnaklar ve saçlar büyümeye devam ediyor yani bir şeyler hâlâ çalışıyor. Zihnin kendisi değil de; belki bazı bölgesel mekanizmalar. Belki de bedenin büyük zihnini destekleyecek bölgesel küçük zihinleri vardır; büyük zihnin ajanları gibi. Belki bu küçük ajanlar baştaki büyük adamın öldüğünden henüz haberdar değildir ve eski şeyleri yapmaya devam ederler! Onlar başka bir şey bilmez o yüzden de eski işlerini yapmaya devam ederler. Saçlar büyümeye devam eder, tırnaklar büyümeye devam eder. Ve sadece küçük, bölgesel zihinler, minizihinler!
Zihin doğru yerine yerleştirilmeli ve ihtiyaç olduğunda kullanılmalı. Tıpkı ihtiyaç duyduğunda bacaklarını kullanman gibi; ihtiyacın olmadığında bacaklarını kullanmazsın. Eğer bir sandalyede otururken bacaklarını aşağı yukarı hareket ettirmeye devam edersen insanlar senin deli olduğunu düşünür. Zihinde olan şey tam olarak budur ve sen hâlâ deli olmadığını mı düşünüyorsun? Meditasyon halindeki bir farkındalık kapatma düğmesini bulmak için gelir. Ne zaman zihni kapatmak istese basitçe, "Şimdi sesini kes," der ve hepsi budur. Zihin sessiz kalır ve muhteşem bir sessizlik içerde hüküm sürer. Ve bu anlarda zihin de dinlenebilir; aksi taktirde her şey çok yorucu hale gelir.
Her şey yorar, her şey yorulur; metaller bile yorulur. Ve senin zihnin çok hassas dokulardan yapılmıştır, o kadar hassastır ki tüm varoluşta ondan daha hassas bir şey yoktur. Senin küçücük kafatasının içinde milyonlarca küçük tel işliyor. Onlar o kadar incedir ki, saç tellerin beyninde işleyen sinirlerle kıyaslandığında çok kalın kalırlar, yüz binlerce kat daha kalındırlar. Bu kadar hassas bir olgu ama biz onu nasıl kullanabileceğimizi bilmiyoruz. Onun dinlenmeye ihtiyacı var.
Bu yüzden meditasyon halindeki bir insan daha zeki olur, daha akıllı olur. Ne zaman yaparsa onun içinde bir sanat gizlidir. Ne zaman dokunacak olsa altına dönüştürür.
Meditasyonla birlikte olan zihin bir lütuftur, aksi durumdaysa bir lanettir. Varlığına meditasyonu ekle ve lanet ortadan kalkar ve lanetin kendisi bir kutsamaya dönüşür; o kılık değiştirmiş bir lütuftur.
Bookmark and Share

Sufi ermişi sarhoştur



Sufi ermişi sarhoştur, yumuşaktır, bir sevgi yağmurudur. Bir Zen ustasında büyük bir merhamet görürsün ama sevgi bulamazsın. Merhamet onun farkındalığından, aydınlanmış olmasından kaynaklanır.. Oysa sen Mevlana’nın dans etmediğini hayal edemezsin. Mevlana danstan başka bir şey değildir. O aydınlanma haline otuz altı saat boyunca sema ederek ulaştı. Döndü, döndü, döndü... Onun coşkunluğu o kadar büyüktü ki yüzlerce insan dans etmeye başladı. Öyle bir coşkunluk alanı yarattı ki ona ne olduğunu görmeye gelen herkes dans etmeye başladı. İşte o bu şekilde erdi. Müthiş bir sarhoşluk içinde yere düşerek saatlerce orada kaldı; tıpkı bir sarhoş gibi! Gözlerini açtığında öteki dünyayı görmüştü, ahreti yanında getirmişti.

Sufiler aşktan, cennetten, cennet bahçelerinden söz eder. Onların sembolü şaraptır. Onlar sarhoştur, ilahi olanla sarhoştur. Kendilerini dansın ve müziğin içinde kaybederler. Ziyafet çeker, kutlarlar. Sufiler Tanrı’yı Sevgili olarak düşünürler. Onlar sevgi doludur; onların Tanrı’sı sevgidir. OSHO - Mükemmel Ermiş

Bookmark and Share

Aşk Nedir?



Bu soruyu sormak zorunda olmamız üzüntü vericidir. Her şey doğal akışında iken aşkın ne olduğunu herkes bilirdi. Fakat, aslen hiç kimse bilmez ya da çok nadiren bir kimse aşkın ne olduğunu bilir. Aşk en nadir tecrübelerden biri haline gelmiştir. Evet, onun hakkında konuşulur, onun hakkında filmler çekilir ve öyküler yazılır, ona ilişkin şarkılar bestelenir. Televizyon programlarında, radyolarda, dergilerde onu göreceksin; aşkın ne olduğuna ilişkin sana fikirler sunmak üzere muazzam bir endüstri mevcuttur. Aşkın ne olduğunu insanların anlamasına yardım etme endüstrisinde pek çok insan çalışmaktadır. Fakat hâlâ aşk bilinmeyen bir olgu olarak kalır. Ve o en iyi bilinenlerden biri olmalıdır.
Bu tıpkı birisinin, “Yiyecek nedir?” diye sorması gibidir. Birisi gelip bu soruyu sana sormuş olsaydı şaşırmaz miydin? Sadece bir kimse en başından beri aç kalmış ve asla yiyeceğin tadına bakmamış olsaydı bu soru anlamlı olurdu. Bu, “Aşk nedir?” sorusuyla aynıdır.
Aşk ruhun gıdasıdır ancak sen aç kalmışsındır. Ruhun aşkı elde edememiştir, bu yüzden sen tadını bilmezsin. Bu nedenle soru anlamlıdır ancak üzüntü vericidir. Beden yiyecek almıştır böylelikle beden hayatta kalmıştır. Ancak ruh gıda almamıştır, bu yüzden de ruh ölüdür yahut o henüz doğmamıştır. Ya da o her zaman ölüm döşeğindedir.
Doğduğumuzda bizler, sevme ve sevilme kapasitesi ile tamamen donanmış olarak doğarız. Her çocuk tamamıyla sevgi dolu olarak doğar ve onun ne olduğunu mükemmel bir şekilde bilir. Bir çocuğa sevginin ne olduğunu söylemeye gerek yoktur. Ancak anne ve baba sevginin ne olduğunu bilmediğinden sorunlar ortaya çıkar. Hiçbir çocuk hak ettiği anne babaya sahip değildir; hiçbir çocuk hiçbir zaman hak ettiği anne babaya kavuşamaz. Böyle ebeveynler yeryüzünde mevcut değildir. Ve bu çocuk bir ebeveyn haline geldiğinde, o da sevme kapasitesini yitirmiş olacaktır.
Tüm çocukların doğduktan sonraki üç ay içinde kör olduğu küçük bir vadi duymuştum. Küçük, ilkel bir topluluktu ve gözlerde körlüğe ve enfeksiyona neden olan bir sinek vardı. Bu yüzden topluluğun tümü körleşmişti. Her çocuk mükemmel bir şekilde işleyen gözlerle doğardı ama en fazla üç ay içinde bu sinekler yüzünden körleşirlerdi. Şimdi, hayatlarının daha sonraki bir yerlerinde bu çocuklar, “Gözler nedir? ‘Göz’ kelimesini kullandığında ne demek istiyorsun? Görmek nedir? Görüş nedir? Ne demek istiyorsun?” diye sormuş olmalılar. Ve bu soru anlamlı olmuştur. Bu çocuklar görme ile birlikte doğmuşlardır fakat gelişimlerine giden yolun bir yerinde onu kaybetmişlerdir.
Aşkın başına gelen de budur. Her çocuk bir İnsanın taşıyabileceği kadar aşkla, bir insanın taşıyabileceğinden daha fazla aşkla, taşıyamayacağı kadar aşkla doğar. Bir çocuk aşk olarak doğar; bir çocuk aşk denen şeyden yapılmıştır. Ancak anne babalar sevgi veremez. Onların kendi dertleri vardır; onların anne babaları asla onları sevmem iştir. Anne babalar sadece “miş” gibi yapar. Onlar sevgiden bahsedebilirler. “Seni çok seviyoruz,” diyebilirler ama yaptıkları şey sevgisizcedir. Davranış şekilleri, çocuğa karşı tavırları aşağılayıcıdır; saygı yoktur. Hiçbir anne baba çocuğa saygı duymaz. Bir çocuğa kim saygı duymayı düşünür ki? Bir çocuk bir kişi olarak bile düşünülmez. Bir çocuk bir problem olarak düşünülür. Eğer sessiz kalırsa iyidir; şayet bağırmazsa ya da yaramazlık yapmazsa, iyidir; şayet o anne babanın ayağına dolanmazsa bu son derece iyidir: Çocuk böyle olmalıdır. Ancak bunda saygı yoktur ve bunda sevgi yoktur.
Ebeveynler sevginin ne olduğunu bilmemişlerdir. Karısı kocasını sev m e m iş tir, kocası karısını sevmemiştir. Onların arasında aşk yoktur; onun yerine hükmetme, sahip olma, kıskançlık ve aşkı mahveden her türden zehir vardır. Nasıl ki belirli bir zehir senin görüşünü yok ederse, bu şekilde sahip olman ve kıskançlık da aynı şekilde aşkı yok eder.
Aşk son derece narin bir çiçektir. Onun korunması gerekir, onun güçlendirilmesi gerekir, onun sulanması gerekir; yalnızca o zaman o güçlenir. Ve çocuğun sevgisi son derece narindir. Böyle olması doğaldır çünkü çocuk narindir, onun bedeni narindir. Kendi başına bırakılmış bir çocuğun hayatta kalabileceğini düşünüyor musun? İnsan yavrusunun ne kadar çaresiz olduğunu bir düşün; şayet bir çocuk kendi başına bırakılırsa onun bayatta kalabilmesi neredeyse imkânsızdır. O ölecektir. Ve aşkın başına gelen şey de budur. Yalnız bırakılan aşk başıboştur.
Anne babalar sevemez, onlar sevginin ne olduğunu bilmezler, onlar hiçbir zaman sevginin içine akmamışlardır. Sadece kendi anne babanı bir düşün ve anımsa. Onların sorumlu olduğunu söylemiyorum. Onlar en az senin olduğun kadar kurbandır; onların kendi anne babaları da aynıydı Ve böyle sürüp gider. Adem ile Havva’ya kadar ve Tanrı Babaya kadar geri gidebilirsin. Görünen o ki Tanrı Baba dahi Adem ve Havva’ya karşı saygılı değildi. Bu yüzden en başından beridir onlara, “Şunu yap” ve “Şunu yapma” diye emirler vermeye başlamıştır. O tüm anne babaların yaptığı saçmalığı yapmaya başlamıştır. “Bu ağacın meyvesini yeme.” Ve Adem ile Havva meyveyi yedikten sonra Tanrı Baba buna tepki olarak o kadar öfkelendi ki Adem ile Havva’yı cennetten kovdu Bu kovma her zaman mevcuttu ve her anne baba çocuğu kovmakla, onu dışarı atmakla tehdit eder. “Eğer dinlemezsen, eğer uslu durmazsan dışarı atacaksın.” Doğal olarak çocuk korkar. Dışarı atılmak mı? Hayatın bu vahşetinin içine mi? O uzlaşmaya başlar. Çocuk, yavaş yavaş burulmaya başlar. Ve maniple etmeye başlar. O gülümsemek istemez ama eğer anne yakınlardaysa ve o, süt istiyorsa gülümser. Artık bu politikadır; başlangıçtır, politikanın ABC’sidir.
Alttan alta çocuk anne babalardan nefret etmeye başlar, çünkü ona saygı duyulmamıştır; alttan alta o engellenmiş hisseder. Çünkü o, olduğu hali ile sevilmemiştir. Onun belli şeyler yapması beklenir ve sadece o zaman o sevilecektir. Sevginin koşulları vardır; o olduğu haliyle değersizdir. İlk önce o. değerli hale gelmelidir, ancak ondan sonra anne babanın sevgisi verilecektir. Bu nedenle “değerli” hale gelmek için çocuk sahte olmaya başlar; o kendi doğasına ait olan değeriyle ilgili her türlü duyguyu yitirir. Onun kendisine olan saygısı kaybolur ve yavaş yavaş suçlu olduğunu hissetmeye başlar.
Pek çok kez çocuğun aklına, “Bunlar benim gerçek anne babam mı? Beni evlat edinmiş olmasınlar? Belki de beni kandırıyor!ardır. Çünkü hiç sevgi yok gibi,” tarzında düşünceler gelir. Bin kere onların gözündeki öfkeyi görür, anne babasının yüzündeki çirkin öfkeyi. Ve öylesine küçük şeyler içindir ki bu kadar küçük şeylerin sebep olduğu öfkenin orantısızlığını anlayamaz. Son derece küçük şeyler için bile anne babasınd ak i öfkeyi görür; o buna inanamaz, bu hiç doğru, adil değildir. Ancak o boyun eğmek zorundadır, o teslim olmak zorundadır, o bunu bir mecburiyet olarak kabul etmek zorundadır. Yavaş yavaş onun sevme kapasitesi öldürülür.
Sevgi yalnızca sevginin içinde büyür. Sevginin sevgi ile çevrelenmeye ihtiyacı vardır; anımsanması gereken en temel şey budur. Yalnızca sevgiden oluşmuş bir çevrede sevgi gelişir; etrafta aynı türden bir titreşime ihtiyaç vardır. Şayet anne sevgi doluysa, şayet baba sevgi doluysa —sadece çocuğu karşı değil, şayet birbirlerine karşı da sevgi dolu iseler, şayet evde sevginin aktığı bir atmosfer varsa— çocuk bir sevgi varlığı olarak iş görmeye başlar ve asla, “Aşk nedir?” diye sormayacaktır. O en başından bilecektir, o onun temeli haline gelecektir.
Ancak bu böyle olmaz. Bu üzüntü vericidir ama bugüne kadar bu gerçekleşmemiştir. Ve çocuklar anne babalarının tarzını —onların azarlamasını, onların çelişkilerini— Öğrenirler. Sadece kendine bakmaya devam et. Eğer bir kadınsan, bak; annenin davranmış olduğu şekilde, neredeyse tıpatıp tekrar ediyor olabilirsin. Erkek arkadaşınla yahut kocanla olduğun zaman kendini izle: Ne yapıyorsun? Bir kalıbı tekrar etmiyor musun? Eğer bir erkeksen izle: Ne yapıyorsun? Tıpkı baban gibi davranmıyor musun? Onun yaptığı aptalca şeyleri yapmıyor musun? Bir zamanlar sen şaşırmıştın — “Babam bunu nasıl yapabilir?”— ve sen şimdi aynı şeyi yapıyorsun, insanlar tekrar etmeye devam eder; insanlar taklitçidir. İnsanoğlu bir maymundur. Sen babanı ya da anneni tekrar ediyorsun ve bunu bırakmak gerekir. Sadece o zaman sen aşkın ne demek olduğunu bileceksin. Aksi takdirde sen bozulmuş kalacaksın.
Aşkın ne olduğunu tanımlayamam çünkü aşkın bir tanımı yoktur. O doğum gibi, ölüm gibi, Tanrı gibi, meditasyon gibi tanımlanamaz olanlardan biridir.  Ön tanımlanamaz olanlardan bir tanesidir; onu tanımlayamam. “Aşk budur” diyemem, onu sana gösteremem. O görülebilen bir şey değildir. O parçalara bölünemez, analiz edilemez; o yalnızca tecrübe edilebilir ve o tecrübe aracılığıyla onun ne olduğunu bilirsin. Ancak sana onu tecrübe etmenin yollarını gösterebilirim.
İlk adım anne babandan kurtulmaktır. Ve bununla anne babana karşı saygısız ol demek istemiyorum, hayır. Bunu söyleyecek en son kişi benim. Fiziksel anne babandan kurtulman gerektiğini söylemiyorum, demek İstediğim şey, içerdeki anne baba seslerinden, içindeki programdan, içindeki kasetlerden kurtulman gerekiyor. Sil onları…ve manevi varlığındaki anne babandan kurtulduğunda Özgür hale gelmek seni şaşırtacaktır, tik kez anne baban için şefkat hissedebileceksin, aksi takdirde edemezsin; öfkeyle dolu kalacaksın.
Her insan anne babasına karşı öfkeyle dolu hisseder. Onlar sana bu kadar zarar vermişken nasıl kızgın olmayacaksın? Ve onlar sana bilerek zarar vermemişlerdir; onlar senin için hep iyi olanı dilemişlerdir, onlar senin iyiliğin için her şeyi yapmak istemişlerdir. Fakat ne yapabilirler ki? Bir şey sadece onu istemenle gerçekleşmez. Sadece iyi dileklerle hiçbir şey olmaz. Onlar iyi niyetliydi, bu doğru; buna hiç şüphe yok. Her anne baba hayatın tüm mutluluklarına çocuklarının sahip olmasını ister. Ancak ne yapabilirler ki? Onlar kendileri hiçbir mutluluğu tanımamışlardır. Onlar robotturlar. Ve bilerek ya da bilmeyerek; isteyerek ya da istemeden onlar çocuklarının er ya da geç robotlara dönüşeceği bir atmosfer yaratacaklardır.
Şayet bir makine değil bir insan olmak istersen anne babandan kurtul. Ve dikkatli olman gerekecek. Bu zor iştir, çetin bir iştir; onu hemen beceremezsin. Davranışlarında çok dikkatli olmak zorunda kalacaksın. Annen oradayken, senin aracılığınla iş görürken izle ve gör: Bunu bırak, ondan uzaklaş. Annenin hayal bile edemeyeceği tamamıyla yeni bir şey yap. Örneğin erkek arkadaşın gözlerinde büyük bir hayranlıkla başka bir kadına bakıyor. Şimdi ne yaptığını izle. Baban başka bir kadına baktığında annenin yapacağı şeyin aynısını mı yapıyorsun? Eğer bunu yaparsan aşkın ne olduğunu asla bilemeyeceksin, sadece bir hikâyeyi tekrar ediyor olacaksın. O farklı aktörler tarafından oynanan aynı oyun olacaktır, hepsi bu; aynı kokuşmuş oyun yeniden ve yeniden ve yeniden oynanıyor. Bir taklitçi olma. Ondan kurtul. Yeni bir şey yap. Annenin aklının ucundan bile geçmeyen bir şey yap. Babanın aklının ucundan bile geçmeyen yeni bir şey yap. Bu yenilik senin varlığına getirilmelidir, o zaman senin aşkın akmaya başlar.
O halde gerekli olan ilk şey anne babandan kurtulmaktır.
ikincisi şudur: İnsanlar kıymetli bir eş bulduklarında sevebileceklerini zannederler; saçmalık! Asla birisini bulamayacaksın, insanlar sadece mükemmel bir erkek ya da mükemmel bir kadın bulduklarında seveceklerini zannederler. Saçmalık! Onları hiçbir zaman bulamayacaksın çünkü mükemmel kadın ve mükemmel erkek…OSHO
Bookmark and Share