Kalabalık



Meditasyon, sadece sessiz ve tek başına olma cesaretidir. Yavaş yavaş, içinde yeni bir

nitelik, yeni bir canlılık, yeni bir güzellik, yeni bir zekâ hissetmeye başlarsın. Bu, kimseden
ödünç alınmamıştır, senin içinde büyümektedir. Kökü senin varoluşuna dayanmaktadır. Ve
eğer bir korkak değilsen, hayat bulacak ve çiçek açacaktır.

Hiç kimse varoluşun olmasını hedeflediği kişi değildir. Toplum, kültür, din ve eğitim sistemi, masum çocuklara karşı gizli bir ittifak içindedir. Bütün güç onlarda; çocuk çaresiz ve bağımlı, o yüzden onu istedikleri gibi şekillendirmeyi başarıyorlar. Çocuğun kendi doğal yönelimi doğrultusunda gelişmesine izin vermiyorlar. 

Bütün çabaları insanları kullanılacak metalara çevirmektir. Çocuğun kendi başına büyümesine izin verirlerse, kendi çıkarları için kullanıp kullanamayacaklarını, yatırımlarının boşa gidip gitmeyeceğini kimse bilemez. Toplum böyle bir riski göze almaya hazır değildir. Çocuğu kuşatır ve toplumun ihtiyacı olan şekildeki bir kalıba dökmeye başlar.

Yani bir anlamda, çocuğun ruhunu öldürüp, ruhunun ve öz benliğinin eksikliğini hissetmemesi için ona sahte bir kimlik verirler. Bu sahte kimlik, gerçeğinin yerine konulmuş olan bir şeydir. Ancak gerçeğinin yerine konulmuş olan bu kimlik sadece onu sana vermiş olan kalabalık içinde işe yarar. 

Tek başına kaldığın an, sahte olan kimlik parçalanmaya ve bastırılmış olan gerçek kimlik kendini ifade etmeye başlar. Yalnız kalma korkusu budur.

Hiç kimse tek başına olmak istemez. Herkes bir kalabalığa ait olmak ister; sadece tek bir kalabalığa da değil, birçok kalabalığa. Kişi, dini bir kalabalığa, bir siyasi partiye, bir rotary kulübüne ait olur ve daha ait olunacak bir sürü başka küçük gruplar da vardır. 

İnsan günde yirmi dört saat desteklenmek ister çünkü sahte bir destek olmadan ayakta duramaz. İnsan tek başına kaldığı zaman, garip bir delilik hissetmeye başlar. Yıllar boyunca birisi olduğuna inandın ve birden bire, tek başına kaldığın zaman aslında o kişi olmadığını hissetmeye başlarsın. Bu durum korku yaratır: O zaman sen kimsin?

Yıllar süren baskılar sonucunda, gerçek kimliğinin kendini ifade etmesi zaman alacaktır. Mistikler aradaki bu zaman dilimine “ruhun karanlık gecesi” adını vermiştir. Çok iyi ifade edilmiş bir deyim. Artık o sahte kimlik değilsin ama henüz gerçek kimliğin de değilsin. Belirsiz bir ara bölgedesin, kim olduğunu bilmiyorsun.
Özellikle Batı dünyasında bu sorun daha da karmaşık hale gelir çünkü onlar ruhun karanlık gecesini kısaltıp gerçeğe bir an önce ulaşmak için herhangi bir metodoloji geliştirmemiştir.

Batı dünyası meditasyonla ilgili hiçbir şey bilmemektedir. Meditasyon yalnızca tek başına kalıp, sessiz olup, gerçeğin kendini göstermesini beklemeye verilen bir addır. O bir eylem değil, sessiz bir gevşemedir. Çünkü ne “yaparsan” aslında sahte kimliğin yapacaktır.

Yıllar boyunca bütün yaptıkların ondan ortaya çıktı. Bu eski bir alışkanlık.
Alışkanlıklar zor ölür. Yıllar boyunca, sevdiğin ve saygı duyduğun insanların sana dayatmış olduğu sahte bir kişilikle yaşıyorsun; ve onlar bilerek sana kötülük yapmıyorlardı. Niyetleri iyiydi ancak farkındalıkları sıfırdı. Onlar bilinçli değillerdi: Ebeveynlerin, öğretmenlerin, rahiplerin, politikacıların… bilinçsiz insanlardı. Niyet iyi olsa bile bilinçsiz insanların elinde bir zehre dönüşür.

O yüzden ne zaman tek başına kalsan, derin bir korku vardır. Çünkü sahte olan yok olmaya başlıyor. Gerçeğin devreye girmesi ise biraz zaman alacaktır. Onu uzun yıllar önce kaybetmiştin. Bunca yıllık boşluğun bir şekilde kapanması gerektiğini düşünmen gerekli olacak. 

”Kendimi kaybediyorum, duyularımı, akıl sağlığımı, zihnimi, her şeyimi kaybediyorum” korkusu yaşaman çok doğal. Çünkü sana başkaları tarafından empoze edilmiş olan benlik bunlardan oluşmaktadır. Deliriyormuş gibi hissedeceksin. Hemen kendini meşgul etmek için bir şeyler yapmaya başlarsın. Ortada insan yoksa bile en azından bir eylem var ve bu sayede sahte benlik faaliyete devam ederek yok olmasının önüne geçiyor.

O yüzden insanlar en çok tatillerde zorlanıyor. Beş gün boyunca çalışırken, hafta sonu dinlenip, gevşeme hayaliyle yaşıyor. Ama hafta sonu, dünyanın en kötü zamanlarıdır. Hafta sonu daha fazla kaza olur, daha çok insan intihar eder, daha fazla cinayet, hırsızlık ve tecavüz olur. Çok garip. Bütün bu insanlar beş gün boyunca meşguldü ve hiçbir sorun yaşanmadı. Ancak hafta sonu onlara birden bir seçenek sunuyor: Ya bir meşgale bulacaklar ya da gevşeyecekler. Ama gevşemek korkutucudur; sahte kimlik kaybolur. Faal kal, aptalca olsa bile bir şeyler yap. İnsanlar hemen sahillere koşar, yollarda tampon tampona kilometrelerce uzunluğunda trafik sıkışıklarına katlanır. Onlara nereye gittiklerini sorarsanız, ”kalabalıktan kaçıyorum” derler. Ama bütün kalabalık onlarla birlikte gidiyor! Tek başına olup dinginliği bulacaklar.  Hem de hepsi!

Aslında evde kalmış olsalardı daha sakin daha kendi başına kalabileceklerdi çünkü bütün aptallar “kafalarını dinlemek için” yola çıkmış durumda. Hepsi deli gibi acele ediyor çünkü iki gün kısa sürede bitecek ve ulaşmaları gerekiyor: 

Nereye olduğunu sorma!

Kumsalları görüyorsun. O kadar kalabalık ki, pazar yerleri bile bu kadar kalabalık değil. Çok garip ama insanlar burada güneşlenirken kendini çok rahat hissediyor. Küçük bir kumsalda güneşlenip gevşeyen on bin insan. Aynı kişi, ayı kumsalda tek başına olsa gevşeyemeyecekti. Ama etrafındaki binlerce kişinin gevşediğini biliyor. 

Aynı insanlar ofisteydi, sokaklardaydı, alışveriş merkezlerindeydi, şimdi aynı insanlar kumsalda. 

Sahte benliğin var olabilmesi için kalabalık şarttır. Tek başına kaldığında çıldırmaya başlarsın, insan işte bu noktada meditasyonu biraz anlamalıdır.

Endişe etme çünkü kaybolabilecek bir şeyi kaybetmeye değer. Ona yapışıp kalmak
anlamsızdır; çünkü o senin değil, o sen değilsin. Sen aslında, sahte olan gidince onun yerine yükselecek olan taze, masum ve kirlenmemiş varlıksın. Kimse “Ben kimim?” sorusunu senin yerine yanıtlayamaz. Bunu sen bileceksin.

Bütün meditasyon teknikleri sahteyi yok edecek birer destektir. Onlar sana gerçeği vermez; gerçek verilemez. Verilebilen bir şey gerçek olamaz. Gerçek zaten senin içinde olandır; sadece sahte olanın ortadan kaldırılması gerekiyor.

Başka bir açıdan şöyle denebilir: Bir Usta gerçekte sende olmayanı alıyor ve aslında senin sahip olduklarını sana veriyor.

Meditasyon sadece sessiz ve tek başına olma cesaretidir. Yavaş yavaş, içinde yeni bir nitelik, yeni bir canlılık, yeni bir güzellik, yeni bir zekâ hissetmeye başlarsın. Bu, kimseden ödünç alınmamıştır, senin içinde büyümektedir. Kökü senin varoluşuna dayanmaktadır. Eğer bir korkak değilsen, filizlenecek ve çiçek açacaktır.

Sadece cesur, yürekli ve yiğit olan insanlar dindar olabilir; kiliseye gidenler değil. Onlar korkaklardır. Hindular, Müslümanlar, Hıristiyanlar korkaktır. Onlar arayışa karşıdır. Aynı kalabalık sahte kimliklerini daha da pekiştirmeye çalışır.

Sen doğdun; bu dünyaya bir canlı olarak, bilinçle, inanılmaz bir duyarlılıkla geldin. Küçük bir çocuğa bir bak; gözlerindeki o tazeliğe bak. Bunun üstünü sahte kişilikle örtüyorlar.

Korkacak bir şey yok. Sen ancak kaybedilmesi kaçınılmaz olan bir şeyi kaybedebilirsin. Onu ne kadar erken kaybedersen o kadar iyi olur çünkü ne kadar uzun kalırsa, o kadar güçlenir.
Kimse yarın ne olacağını bilmez.

Gerçek varlığının farkına varmadan ölme. Gerçek varlıklarıyla yaşamış ve gerçek varlıklarıyla ölmüş o çok az sayıdaki insan gerçekten şanslı olanlardır. Çünkü onlar hayatın sonsuz ve ölümünse kurgu olduğunu bilir.

SAYILARIN POLİTİKASI
Toplumda, senin tıpkı başkaları gibi davranacağın beklentisi hakimdir. Biraz farklı davranmaya başladığın zaman bir yabancıya dönüşürsün ve insanlar yabancılardan çok korkar.

O yüzden iki insanın bir araya geldiği her yerde; otobüste, trende, ya da otobüs durağında sessiz kalamaz. Çünkü sessiz kaldıkları zaman ikisi de yabancı olarak kalır. Hemen birbiriyle tanışırlar: “Adın ne? Nereye gidiyorsun? Ne iş yaparsın? Nerelisin?” Sadece birkaç soru. Sonra rahatlarlar; sen de tıpkı onlar gibi bir insanmışsın.

İnsanlar her zaman uyumlu oldukları kalabalıklar içinde olmak ister. Sen farklı davranmaya başladığın an, bütün kalabalık şüphelenmeye başlar; bir şeyin ters gittiğini düşünür. Seni tanıyorlar ve değişimi görebiliyorlar. Seni, gerçek benliğini hiç kabullenmediğin zaman tanımışlardır ve şimdi birden gerçek benliğini kabul ederken görüyorlar. Bu toplumda kimse kendini kabullenmez. Herkes kendisini lanetler. Toplumun yaşam tarzı budur: kendini lanetle. Ve eğer sen kendini lanetlemiyorsan, kendini kabul ediyorsan, o zaman toplumdan ayrı düşmüş olursun. 
Toplum ise, sürüden ayrılmış olan kimseye tahammül edemez çünkü toplum sayılarla yaşar; buna sayıların politikası denir. Sayı çok olduğu zaman insanlar kendini iyi hisseder. Sayı çok daha büyük olunca ise insanlar haklı olduğunu hisseder; yanılıyor olamazlar, milyonlarca insan onlarla birliktedir.

Dışlananların içindeyse şüpheler belirmeye başlar: “Kimse benimle değil. Haklı olduğumun garantisi ne?”

O yüzden bana göre bu dünyada en büyük cesaret bir birey olmaktır.
Birey olmak için en üst seviyede korkusuzluk temeline sahip olmak gerekir: “Bütün dünyanın bana karşı olması önemli değil. Önemli olan şey benim geçerli bir deneyim yaşamış olmam. Ben rakamlara bakmam, yanımda kaç kişi olduğuyla ilgilenmem. Ben sadece deneyimimin geçerliliğine bakarım. Bir papağan gibi başkalarının sözünü tekrar edip etmediğime ya da anlattıklarımın kaynağının kendi deneyimlerim olup olmadığına bakarım. Eğer kendi deneyimimse, eğer benim kanımın, kemiğimin, iliğimin bir parçasıysa, o zaman bütün dünya karşımda olsa bile ben yine de haklıyım ve onlar haksız. Gerisi önemli değil, kendimi iyi 
hissetmem için onların oylarına ihtiyacım yok. 
Sadece başkalarının fikirlerini taşıyan insanlar başkalarının desteğine ihtiyaç duyar.”

Ancak toplum bugüne kadar böyle işlemiştir. Seni bu sayede ağılda tutabiliyorlar. Eğer onlar üzgünse, sen de üzgün olmak zorundasın; eğer onlar mutsuzsa, sen de mutsuz olmak zorundasın. Onlar neyse, sen de aynı şey olmak zorundasın. Farklı olmaya izin verilmez çünkü farklar bireyliğe ve özgünlüğe giden yolu açar. Ama toplum bireylerden ve özgünlükten çok korkar. Bu, birinin kalabalıktan bağımsız olduğunu ve kalabalığı hiç umursamadığını gösterir. Tanrıların, tapınakların, rahiplerin, kutsal metinlerin onun için artık anlamsızdır.
Artık onun kendi varlığı ve yöntemi vardır, kendi tarzı vardır; yaşama, ölme, kutlama, şarkı söyleme ve dans etme. O artık yuvasına dönmüştür.
Kimse kalabalıkla birlikte yuvasına dönemez. İnsan yuvasına ancak tek başına ulaşabilir.

“İÇ SESİNİ” DİNLE
Bir çocuk sürekli kafasını kaşıyormuş. Bir gün babası ona bakıp, “Oğlum, neden sürekli kafanı kaşıyorsun?” diye sormuş.
Çocuk yanıtlamış: “Hmm, galiba onun kaşındığını benden başka bilen yok.”
Bu, iç sestir! Sadece sen biliyorsun. Başka birinin bilmesi mümkün değil. Dışarıdan
gözlemlenemez. Başın ağrıdığı zaman sadece sen bilirsin, ispat edemezsin. Mutlu olduğun zaman sadece sen bilirsin, ispat edemezsin. Onu bir masanın üzerine koyup başkalarının denetimi ya da incelemesine açman mümkün değildir. Hatta, iç ses o kadar derindedir ki, sen bile onun var olduğunu ispat edemezsin. Zaten o yüzden bilim onu inkâr edip duruyor. Ancak inkâr insana ait değildir. Bir bilim adamı bile ne zaman sevgi hissettiğini bilir; bir iç duygusu olduğunu bilir. 
Orada bir şey var! O bir nesne değil, bir cisim değil; onu başkalarının önüne 
koyamazsın… ama hâlâ var.

İç sesin kendi geçerliliği vardır. Ancak bilimsel şartlanma nedeniyle insanlar kendi iç seslerine güvenlerini kaybetmiştir. Başkalarına bağımlıdırlar. Başkalarına o kadar bağımlısın ki, eğer biri” Ne kadar mutlu görünüyorsun!” derse, kendini mutlu hissetmeye başlıyorsun. Eğer yirmi kişi seni mutsuz etmeye karar verirse, seni mutsuz edebilirler. Bütün bir gün aynı şeyi söylemeleri yeter. Ne zaman onlardan biriyle karşılaşsan, sana “Çok mutsuz, çok üzgün görünüyorsun.

Sorun nedir? Yoksa biri mi öldü?” deseler, hemen şüphelenmeye başlarsın: Eğer bu kadar insan mutsuz olduğunu söylüyorsa, öyle olmalısın.

Başka insanların düşüncelerine bağımlısın. Başka insanların fikirlerine o kadar bağımlısın ki, kendi iç sesinle bağlantını bile kaybettin. İç sesini yeni baştan keşfetmen gerekiyor çünkü güzel olan her şey, iyi olan, kutsal olan her şey ancak içsel olarak hissedilebilir.
İnsanların fikirlerinden etkilenmeyi bırak. Bunun yerine içine dön; iç sesinin sana bir şeyler söylemesine engel olma. Ona güven. Eğer ona güvenirsen, gelişecektir. Eğer ona güvenir ve onu beslersen, daha güçlü olacaktır.

Vivekananda, Ramakrishna’ya gitti ve “Tanrı yoktur! Bunu ispat edebilirim. Tanrı yoktur!” dedi. Çok mantıklı, çok kuşkucu biriydi. Batı felsefesi ekolünde çok iyi bir eğitim almıştı. Ramakrishna ise eğitimsiz, okur yazar olmayan biriydi. Vivekananda’ya, “Peki, ispat et bakalım!” dedi. Vivekananda uzun uzun konuştu, bütün kanıtlarını ortaya döktü. Ramakrishna dinledi ve sonunda konuştu: “Ama benim iç sesim Tanrının olduğunu söylüyor. Bu konuda son hükmü verecek olan da odur. 
Senin bütün söylediklerin bir tezden ibaret. Senin iç sesin ne diyor?” Vivekananda bunu aklına bile getirmemişti. Omuz silkti. O, kitaplar okumuş, tartışmaları
değerlendirmiş, lehte ve aleyhte kanıt toplamış ve bu kanıtlardan yola çıkarak Tanrı’nın var olup olmadığını belirlemeye çalışmıştı. Ama kendi içine bakmamıştı. Kendi iç sesine sormamıştı.
Bu çok aptalca. Ama kuşkucu zihin zaten aptaldır, mantıklı zihin aptaldır.
Ramakrishna devam eder: “Savların çok güzel, keyif aldım. Ama ne yapabilirim? Ben biliyorum! İç sesim onun var olduğunu söylüyor. Tıpkı iç sesimin bana mutlu olduğumu, hasta olduğumu, üzgün olduğumu, karnımın ağrıdığını ya da bugün kendimi iyi hissetmediğimi söylediği gibi. İç sesim bana Tanrı vardır diyor. Bu bir tartışma konusu değil.”
Daha sonra Ramakrishna, “Sana ispat edemem ama eğer istersen sana gösterebilirim.” dedi. Daha önce hiç kimse Vivekananda’ya Tanrı’nın gösterilebileceğini söylememişti. Vivekananda daha bir şey söylemeden Ramakrishna onun üzerine atladı – o vahşi bir adamdı – üzerine çıktı ve ayaklarıyla Vivekananda’nın göğsüne bastırdı! Sonra bir şey oldu, bir enerji sıçraması yaşandı ve Vivekananda üç saat boyunca transa girdi. Gözlerini açtığı zaman tamamen farklı bir insan olmuştu. Ramakrishna sordu: “Şimdi ne diyorsun? Tanrı var mı, yok mu? İç sesin şimdi ne diyor?” Vivekananda daha önce hiç yaşamadığı bir dinginlik ve sakinlik içindeydi. İçinde büyük bir neşe vardı, içinden taşmakta olan bir mutluluk yaşıyordu. Ramakrishna’nın önünde eğildi, ayaklarına dokundu ve “Evet, Tanrı var!” dedi.

Tanrı bir kişi değildir: O, sonsuz mutluluk, sınırsız bir evinde olduğun duygusudur. “Ben bu dünyaya ait biriyim ve bu dünya da bana ait. Ben burada bir yabancı değilim.” duygusunu en üst düzeyde hissetmektir. Varoluşsal bir; “Bütün ve ben ayrı değiliz.” hissidir. Bu deneyim Tanrı’dır. Ancak bu duygu sadece iç sesinin işini yapmasına izin verdiğin zaman mümkün olabilir.

Buna izin vermeye başla! Ona mümkün olduğunca çok fırsat ver. Sürekli dışsal otoriteleri arama ve dışsal fikirlere yönelme. Kendini biraz daha bağımsız kılmaya çalış. Daha fazla hisset, daha az düşün.

Git ve bir güle bak, ama hemen papağan gibi “Ne kadar güzel” deme. Bu sadece insanların sana söylemiş olduğu bir fikir olabilir; çocukluğundan beri sürekli “Gül çok güzel bir çiçektir. Harika bir çiçektir.” sözlerini duyuyorsun. O yüzden bir gül gördüğün zaman, hemen tuşuna basılmış bir bilgisayar gibi “Bu çok güzel” diyorsun. Bunu gerçekten hissediyor musun? Bu senin içinden gelen duygular mı? Eğer değilse, söyleme.

Aya baktığın zaman, eğer kendi iç sesin değilse, güzel olduğunu söyleme. Zihninde taşıdığın şeylerin yüzde doksan dokuzunun ödünç alınmış olmasına şaşıracaksın. Ve bu yüzde doksan dokuzluk işe yaramaz çöp içinde kalan yüzde birlik iç ses kaybolup boğulmuş durumda. Bilgili olmaktan vazgeç. Kendi iç sesini tekrar bul. Tanrı’yı iç sesinle bilebilirsin.

Altı duyu vardır: Beş tanesi dış duyudur; sana dünyayı anlatırlar. Gözler ışık hakkında bir şeyler söyler; gözlerin olmadan ışığı bilemezsin. Kulaklar ses hakkında bir şeyler söyler; kulakların olmadan ses hakkında hiçbir şey bilemezsin. Sonra bir de altıncı duyu var, iç ses. Bu duyu sana kendin ve her şeyin sonsuz kaynağı hakkında bir şeyler söyler. Bu duyunun keşfedilmesi gerekir. Meditasyon iç sesin keşfinden başka bir şey değildir.

DÜNYADAKİ EN BÜYÜK KORKU BAŞKALARININ FİKİRLERİDİR. Ve kalabalıktan artık korkmadığın an artık bir koyun değil, bir aslan olursun. Kalbinde dev bir kükreme yükselir, özgürlüğün kükremesi. Buda buna aslanın kükremesi demişti. Bir insan tam dinginliğe ulaştığı zaman bir aslan gibi kükrer. İlk kez olarak özgürlüğün ne olduğunu bilir, çünkü artık başka insanların ne  düşündüğü korkusu kalmamıştır. İnsanların ne dediği önemli değildir. Onların sana aziz ya da günahkâr demeleri hiç önemli değildir; senin için tek ve yegane yargıç Tanrı’dır. ‘Tanrı’ bir kişi demek değildir, Tanrı sadece bütün evren demektir. Bu bir kişiyle yüz yüze gelme durumu değildir; sen ağaçlarla, nehirlerle, dağlarla, yıldızlarla…bütün evrenle yüzleşmek durumundasın. Ve bu bizim evrenimiz, biz onun bir parçasıyız. Ondan korkmaya gerek yok, ondan bir şey gizlemeye gerek yok. Aslında çabalasan bile ondan bir şey gizleyemezsin. Bütünlük zaten biliyor, bütünlük seni senden daha iyi tanıyor.

İkinci konu ise bundan bile daha önemli: Tanrı zaten hükmünü vermiştir. Bu, gelecekte olacak bir şey değildir, zaten olmuştur: O yargısını çoktan vermiştir. O yüzden bu yargının korkusu bile ortadan kaybolur. Kıyamet Gününde bir yargılama söz konusu değildir. Korkmana gerek yok. Kıyamet ilk günden koptu; seni yarattığı an o zaten hükmünü vermişti. Seni tanıyor, sen onun yarattığı bir varlıksın. Eğer sende bir şey ters giderse, sorumlusu O olur, sen değil. Eğer yanlış yola saparsan sorumlusu O, sen değil. Sen nasıl sorumlu olabilirsin? Sen kendini yaratmadın ki! Eğer resim yaparken bir şey yanlış giderse, bunun sorumlusunun resim olduğunu söyleyemezsin! Sorumlusu ressamdır. O yüzden kalabalıktan, ya da dünyanın sonu geldiğinde ne yapıp yapmadığına dair hesap soracak hayali bir Tanrı’dan korkmana gerek yok. O zaten hükmünü verdi… Bu çok önemli. Hüküm çoktan verildiği için zaten özgürsün. Ve insan, kendi olma özgürlüğüne sahip olduğunu tam olarak idrak ettiği zaman hayatı devingen bir niteliğe bürünür. Korku esaret yaratır, özgürlük sana kanat verir.

ÖZGÜRLÜK SANA KANAT VERİR
Ben tüm hayatım boyunca uyumsuz birisi oldum… Ailemin içinde, dinimde, ülkemde; ve bundan çok büyük bir keyif aldım çünkü toplumla uyumsuz olmak birey olmak demektir. Var olan kurulu düzenle uyumlu olmak, bireyliğini kaybetmek demektir. Ve bütün dünyan bundan ibaret. Uzlaşmaya gidip bireyliğini kaybettiğin an, her şeyi kaybetmiş olursun. İntihar etmiş olursun. Yaşadığımız dünya düzenine uyum sağlamış olan insanlar, kendilerini yok etmiş olan insanlardır.

Bunun çok büyük bir cesaret, çok güçlü bir özgürlük duygusu gerektirdiği kesin; aksi halde bütün dünyaya karşı tek başına direnemezsin. Ama bütün dünyaya karşı çıkmak o kadar büyük bir keyif, neşe ve lütuftur ki, hayatlarında hiç toplumla uyumsuzluk yaşamamış olanlar bunu anlayamaz. İnsanlık tarihindeki bütün büyük isimler toplumlarında birer çıban başı olmuştur. İnsanoğlunun mutluluğuna ve dünyanın güzelliğine katkı yapmış olan bütün insanlar, toplumlarıyla çatışma içinde olmuştur. Uyumsuz olmak çok değerli bir niteliktir Hiçbir noktada taviz verme. İlk uzlaşma, senin yıkımının başlangıcıdır. Bununla, inatçı olman gerektiğini söylemiyorum; eğer bir şeyin doğru olduğunu görüyorsan, ona uy. Ama bir şeyin doğru olmadığını fark ettiğin an, bütün dünya doğru olduğunu hissediyor olsa bile, o şey artık senin için doğru değildir. Konumunu sabitle. Bu sana dayanma gücü, azim ve belli bir bütünlük verecektir.

Uyumsuz olmak demek, egoist olmak demek değildir. Eğer bir egoistsen, er ya da geç uzlaşmaya gidersin. Ne zaman daha egoist olmanı sağlayacak bir grup insan, bir toplum ya da bir ülke bulursan, hemen o topluma uyum sağlarsın. Gerçek uyumsuz mütevazı bir insandır, o yüzden kimse onu içine çekemez. O özgürdür, çünkü egosundan özgürleşmiştir.

Benim anlayışıma göre sadece zeki olan ve birey olan insanlar dışlanır. İtaatkâr insanlar, bireyselliği olmayan insanlar, ifade özgürlüğü olmayan insanlar, hiçbir şeye hayır diyemeyen ,kendi arzusuna karşı olsa bile evet demeye hazır olan insanlar bu dünyada saygın bir konuma yükselirler. Onlar başkan olur, onlar başbakan olur. Onlar, sırf intihar etmiş oldukları için her şekilde saygı görürler. Onlar artık yaşamıyor, fosilleşmiş durumdalar. Yaşayan bir insanı nasıl belirli bir kalıp içine sokabilirsin? Her birey özgündür. Neden bir başkasının kalıbına sığsın ki?

Dünyadaki bütün mutsuzluk çok basit bir şekilde açıklanabilir: Herkes, doğalarının olmalarını istediği şeyin ne olduğu araştırılmadan, başkaları tarafından kesilip, kalıplanarak bir düzene uyduruluyor. Varoluşa bir fırsat bile vermiyorlar. Çocuk doğduğu andan itibaren onu bozmaya başlıyorlar. Tabii, tamamen iyi niyetli olarak. Hiçbir ebeveyn bunu bilinçli olarak yapmıyor ama onlar da aynı şekilde şartlandırılmışlar. O da aynı şeyi çocuğuna uyguluyor; başka bir yol bilmiyor ki.
İtaat etmeyen çocuk sürekli ayıplanıyor. İtaatkâr çocuk ise sürekli övülüyor. Peki ama sen hiç itaatkâr bir çocuğun herhangi bir yaratıcı alanda dünyaca ünlü olduğunu gördün mü? Sen hiç edebiyat, barış ya da bilim Nobel ödülü almış itaatkâr bir çocuk duydun mu? İtaatkâr çocuk sıradan kalabalığın bir parçası olur.
Ben her yerde sürekli bir uyumsuz olarak yaşadım ve her anını, her damlasını keyifle yaşadım. Sadece kendin olmak o kadar güzel bir yolculuk ki.

NEYDEN ÖZGÜR, NE İÇİN ÖZGÜR
Asla bir şeyden özgür olma şeklinde düşünme; her zaman ne için özgür olma şeklinde düşün. Aradaki fark çok büyüktür, hem de çok büyük. Sakın neyden diye düşünme, ne için diye düşün. Tanrı için özgür ol, gerçek için özgür ol; ama kalabalıktan özgürleşme, kiliseden özgürleşme, şundan ya da bundan özgürleşme gibi düşünme. Bir gün oldukça büyük bir mesafe kat edebilirsin ama asla özgür olamazsın, asla. Bu bir çeşit baskı kurma olacaktır.

Neden kalabalıktan bu kadar korkuyorsun? Eğer bir çekim varsa, o zaman korkun sana ait olan bu çekimi gösterecektir, senin çekimini. Nereye gidersen git, kalabalık sana hükmedecektir. Söylediğim şey şu, bundaki hakikatlere bir bak; kalabalığı düşünmene gerek yok. Sadece kendi varlığını düşün. Hemen şimdi bırakabilirsin. Eğer mücadele içinde olursan özgür olamazsın. Bırakabilirsin çünkü mücadele etmenin bir anlamı yok. Sorun kalabalık değil… sorun olan sensin. Kalabalık seni çekmiyor, sen çekiliyorsun. Bir başkası tarafından değil, kendi bilinçsiz şartlanmaların tarafından çekiliyorsun. Bir şeyin sorumluluğunu asla bir başkasına atma çünkü o zaman asla ondan özgürleşemezsin. Özünde sorumluluk sana ait. İnsan neden kalabalığa bu kadar karşı olmalı? Zavallı kalabalık! Neden ona bu kadar karşı olmalısın? Neden böyle bir yarayı taşıyorsun?

Sen işbirliği yapmadığın sürece kalabalık bir şey yapamaz. O yüzden söz konusu olan senin işbirliğin. Hemen şu an işbirliğine bir son verebilirsin, kolayca. Eğer bu iş için çaba sarf edersen başın derde girecektir. O yüzden hemen yap. Eğer savaşırsan, bunun kaybedilmekte olan bir savaşa girmek anlamına geldiğini görebildiğinde, ondan vazgeçiş anlık bir hamle, kendiliğinden oluşan bir kavrayışla gerçekleşiverir. Savaş açtığın takdirde sadece kalabalığa önem verdiğini göstermiş olursun.

Milyonlarca insanın başına gelen de bu. Bazıları kadınlardan kaçmak istiyor – bu durum Hindistan’da yüzyıllardır yaşanıyor – sonra da gitgide kendilerini onun içinde daha fazla kaybediyorlar. Seksten kurtulmak istiyorlar ve bütün zihinleri cinsellikle dolu oluyor; seksten başka bir şey düşünemez oluyorlar. Oruç tutuyorlar, uyumuyorlar; şu ya da bu pranayama’yı, yogayı ve bin bir farklı yöntemi deniyorlar; hepsi saçmalık. Seks ile ne kadar çok savaşırlarsa, onu o kadar çok güçlendiriyorlar, ona o kadar çok yoğunlaşıyorlar. Ölçüyü kaçıracak kadar önem kazanıyor.

Hıristiyan manastırlarında olan budur. O kadar çok bastırmışlar ki korkuyorlar. Eğer sen de kalabalıktan fazla korkmaya başlarsan, aynı şeyi yaşarsın. Kalabalık senin işbirliğin olmadan hiçbir şey yapamaz. O yüzden sorun senin farkında olman. İşbirliği yapma!

Bu benim gözlemim: Başına ne gelirse gelsin, sorumlusu sensin. Başkaları sana bir şey yapmıyor. Sen böyle olmasını istedin, öyle oldu. Biri seni sömürüyor çünkü sen sömürülmek istiyorsun. Biri seni hapse atmıştır çünkü sen hapse girmek istedin. Bunun için belirli bir arayış olmalı. Belki sen buna güvenlik dedin. Verdiğin isim farklı olabilir, etiketlerin farklı olabilir ama sen hapse girmek için can atıyordun çünkü hapiste güvendesin ve orada emniyetsiz olmazsın. Ama hapishane duvarlarıyla savaşma, içine bak. O güvence için can atan şeyi bul ve
kalabalığın seni nasıl maniple ettiğini gör. O kalabalıktan bir şey istiyor olmalısın; tanınma, onur, saygı, saygınlık. Eğer bir şey istersen karşılığını ödemelisin. O zaman kalabalık sana, “Tamam, sana saygı vereceğiz ama sen de bize özgürlüğünü vereceksin.” der. Bu basit bir alışveriş. Ama kalabalık sana bir şey yapmadı: onu isteyen sensin. O yüzden kendi önünden çekil! 
OSHO