Aklının bacakları, kalbinin gözleri...


Bir köyün dışında iki dilenci yaşardı. Biri kördü, diğerinin bacakları yoktu. Bir gün köyün dışında, dilencilerin yaşadığı bölgede orman yangını çıktı. Tabii dilenciler aynı zamanda rakipti. Aynı meslekte, aynı insanlardan dileniyorlardı. Sürekli birbirlerine kızıyorlardı. Onlar dost değil düşmandı.

Orman yanarken, iki dilenci bir an için düşündü. Birbirlerine düşmanlardı. Konuşmuyorlardı bile. Ama bu acil bir durumdu. Kör adam, bacakları olmayan adama seslendi. “Kurtulmanın tek yolu var. Seni omuzlarıma alacağım. Sen benim bacaklarımı kullanacaksın; ben de senin gözlerini. Ancak bu şekilde kurtulabiliriz.”


Anında anlaşıldı. Ortada bir sorun yoktu. Bacaksız adam dışarı çıkamıyordu. Yanan ormandan hızla çıkması mümkün değildi. Her taraf alevler içindeydi. Biraz yol alabilirdi ama bir işine yaramazdı. Çok hızlı bir şekilde çıkmak gerekiyordu. Kör adam da çıkamayacağını biliyordu. Yangının ne tarafta olduğunu, yolu, hangi ağaçların yandığını, nerede boşluklar olduğunu göremiyordu. Kör bir adam olarak kaybolacaktı. Ama ikisi de zekiydi. Düşmanlıklarını bırakıp dost oldular. Ve hayatlarını kurtardılar.

Bu bir Doğu masalıdır. Konusu akıl ve kalple ilgilidir. Dilencilikle bir ilgisi yoktur. Seninle bir ilgisi vardır. Orman yangınıyla bir ilgisi yoktur. 
Seninle bir ilgisi vardır, çünkü yanmakta olan sensin. Her an yanıyor, acı çekiyor, sancılar içinde sızlanıyorsun. Akıl tek başına kördür. Bacakları vardır, hızlı koşabilir, çok hızlı yol alabilir; ama kör olduğu için hangi yöne gideceğini bilemez. O yüzden sürekli ayağı takılır, düşer, kendine zarar verir ve hayatın anlamsız olduğunu düşünür. Dünyadaki bütün entelektüeller bunu söyler. “Hayat anlamsızdır.” derler.

Hayat onlara anlamsız gelir. Çünkü kör akılla ışığı görmeye çalışırlar. Bu imkânsızdır. İçinde bir de kalp var. Görür, hisseder ama bacakları yoktur; koşamaz, olduğu yerde kalır. Sürekli atarak bekler. Bir gün akıl anlayacak ve kalbinin gözlerini kullanacaktır.

Ben güven dediğim zaman, kalbinin gözlerini kastediyorum. Kuşku dediğim zaman, aklının bacaklarını kastediyorum. İkisi birlik olunca yangından kurtulabilir. Hiç sorun değil. Ama unutma, aklın, kalbi omuzlarının üstünde kabullenmesi gerekir. Buna mecburdur. Kalbin bacakları değil, sadece gözleri vardır. Ve aklın, kalbi dinleyip, onun yönlendirmelerini izlemesi gerekir.

Kalbin devreye girmesiyle akıl zekâya dönüşür. Bu bir dönüşümdür; bütünsel bir enerji dönüşümü. O zaman insan bir entelektüel değil, kısaca bilge olur.

Bilgelik kalp ile aklın buluşmasından ortaya çıkar. Kalbinle aklın arasındaki uyumu yaratmak sanatını öğrendiğin zaman, bütün sırrı avuçlarının içine alırsın. Bütün gizemlerin kapısını açacak maymuncuğa sahip olursun. 

OSHO

Ararsan yitirirsin. Arama, bulursun



Ben bir doktrin öğretmiyorum. Doktrin öğretmek anlamsızdır. Ben bir filozof değilim; zihnim felsefi değil. Felsefe insanı hiçbir yere götüremez, götüremedi de. Düşünen, sorular soran zihin öğrenemez.
Bir sürü doktrin mevcut. Ama her doktrin bir uydurmadır. İnsanların yarattığı bir kurgudur. Bir keşif değil bir icattır. İnsan beyni sonsuz sistemler ve doktrinler yaratacak kapasitededir. Ne var ki gerçeği teoriler yolu ile bilmek imkansızdır. Tıka basa bilgilerle dolmuş bir zihin cahil kalmaya mahkumdur.
Aydınlanma bilginin bittiği noktada gelir. İki olasılık vardır: Ya bir şey üzerinde düşünürüz ya da ona varoluşçu yoldan yaklaşırız. Bir insan ne kadar çok düşünürse, bulunduğu yerden ve andan o kadar uzaklaşır. Bir şeyin üzerinde düşünmek onunla teması yitirmek demektir.
İşte bu yüzden benim öğretim anti-doktrinsel, anti-felsefi ve anti-spekülatif deneyimdir. Olmak, yalnızca olmaktır. Açık ve korunmasız bir biçimde her şeyle bir olmak. Ben buna meditasyon diyorum.
Bilgi insanı yalnızca kurgulara, yansıtmalara götürür. Gerçeğe ulaşmanın bir aracı olamaz. Ama gerçeği bir kere yakaladığınızda bilgi bir iletişim, bilmeyen bir kişi ile o bilgiyi paylaşma aracı olabilir. Ancak o zaman doktrinler, teoriler ve dil işe yarar. Yine de yetersizdirler. Sonuçta yanıltıcı olmaya mahkumdurlar.
Varoluşçu yaklaşımla bilinen hiçbir şey tümüyle ifade edileniz. Bildiğimi ifade ettiğim an o, sözcükler halinde size ulaşır ama anlam geride kalır. Size ulaşan ölü bir sözcüktür. Bir bakıma anlamsızdır çünkü asıl anlam deneyimin kendisindedir.
Demek ki bilgi bir ifade aracı olabilir ama bilmenin bir yolu olamaz. Bilen bir zihin bir engeldir çünkü bildiğinizde alçakgönüllü olamazsınız. Bilgi ile dolu olduğunuzda içinizde bilinmeyene yer kalmaz. Zihin boş olmalıdır, boşluk olmalıdır, tıpkı bir rahim gibi tümüyle alıcı olmalıdır.
Bilgi sizin geçmişinizdir. O öğrenmiş olduğunuzdur; hafızanızdır, birikiminizdir, malınızdır. Birikim ise bir engeldir, sizinle yeni olanın, bilinmeyenin arasına girer.
Bilinmeyene açık olabilmek için alçakgönüllü olmalısınız. İnsan cehaletinin sürekli farkında olmalıdır. Her zaman bilinmeyen bir şeyler olduğunu bilmelidir. Anılara, bilgilere, kitaplara, teorilere, doktrinlere ve dogmalara dayanan bir zihin egoist olur, alçakgönüllü olamaz. Size alçakgönüllülüğü bilgi değil ancak sonsuz bilinmeyenler getirebilir.
Demek ki hafıza bir kenara bırakılmalı. Anılarınız olmamalı demiyorum ama bir deneyimin yaşandığı anda hafıza orada olmamalı. O an açık, savunmasız bir zihne gereksinim var. Bu bomboş olma, boşluk anı meditasyon, dhyana’dır.
Deneyimin kendisi doktrin haline gelmez mi?
Deneyim başkalarına ancak negatif olarak aktarılabilir. Onun ne olduğunu anlatamam, ne olmadığını da anlatamam. Dil ancak onun ne olmadığını ifade edebilir. Dilin onun ne olduğunu ifade edemediğini söylerken bile onu ifade etmekteyim. Hiçbir doktrinin geçerli olmadığını söylediğimde, bu benim doktrinim oluyor. Ortaya bir şey atıyor değilim; bir şeyi inkar ediyorum. Hayır denebilir; evet denemez. Evet yaşanmalıdır.
Bilgiden geriye bir inanç kalmışsa bu inanç boşluğa, meditasyona ulaşmayı engelleyecektir. İnsan ilk önce geçmişin, bilinenlerin, zihindeki bilgilerin boş olduğunu kavramalıdır. Bilinmeyene, gerçeğe ulaşmakta bilgi yararsızdır.
Ya öğrenmiş olduğunuz bilgilerle özdeşleşirsiniz ya da onları izleyen bir tanık olursunuz. Özdeşleştiğinizde, siz ve hafızanızdakiler bir olursunuz. Ama aksi durumda -anılarınıza uzaktan bakıyorsanız, onlardan ayrıysanız, özdeşleşmiyorsanız- kendinizin anılarınızdan farklı bir şey olduğunuzun farkına varırsınız. Bu farkındalık bilinmeyene giden yoldur.
Bilgilerinizin bir izleyicisi, bir tanığı oldukça (kendinizi bilen olarak görmedikçe) egonuzun bu bilgileri ele geçirme olasılığı azalır. Siz anılarınızdan ayrı bir varlık oldukça, onlar yalnızca bir toz birikintisi olarak kalır. Onlar deneyimlediğiniz ve zihninizin bir parçası olan şeylerdir ama bilinciniz farklı bir şeydir. Anımsayan anımsanandan, bilen bilinenden farklıdır. Bu ayrımı açık seçik yapabildiğiniz oranda boşluğa yaklaşırsınız. Sizinle bilinmeyenin arasına giren anılardan kurtulursunuz.
Boşluğa ulaşılabilir ama boşluk oluşturulamaz. Oluşturursanız, bu eski zihniniz, bilgileriniz tarafından yapılmıştır. Bu yüzden onu oluşturmanın bir metodu yoktur. Metot dediğimiz ancak bilgi birikiminden çıkar. Metot kullanıyorsanız bu, eski zihninizin devamı olur. Ama bilinmeyen size bir devamlılık olarak gelmez. Ancak devamsızlığın yarattığı bir boşluk olarak gelir. İşte o zaman bilinenin, bildiklerinizin ötesindedir.
Bu yüzden burada metot, metodoloji olamaz. Yalnız “ben ve birikimim ayrı şeyleriz” bilinci olabilir. Bu kavranırsa, boşluğu oluşturmaya da gerek kalmaz. İstenen oldu! Siz boşluksunuz! Hem de bu konuda hiçbir şey yapmanıza gerek kalmadan.
Boşluğu yaratamazsınız. Yaratılan bir boşluk boşluk olmaz. O yalnızca sizin yarattığınız bir şeydir. Sizin yarattığınız bir şey ise asla hiçlik, boşluk olamaz çünkü onun sınırları olacaktır. Onu siz yarattınız, bu yüzden o sizden fazla, sizin zihninizin ötesinde bir şey olamaz. Boşluğu oluşturamazsınız. Ancak onun alıcısı olabilirsiniz. Onu almaya ise yalnız negatif biçimde hazırlanabilirsiniz. Bu hazırlık öğrendiğiniz, bildiğiniz her şeyin boş ve anlamsız olduğunu bilmek ve onlardan ayrı olmak anlamındadır.
Yalnız bu farkındalık ve bu düşünce tarzı sizi o ürkütücü, o her an var olan boşluğa atabilin Artık sizinle onun arasında bir engel kalmadı. O an ile birleştiniz, sonsuzlukla, sınırsız olanla bir oldunuz.
O anı bilgiye dönüştürdüğünüz saniye, o da hafızanızın bir parçası haline gelir ve kaybolur. Onun için kimse “bildim” diyemez. İnsan onu ne kadar deneyimlerse deneyimlesin, bilinmeyen bilinmeyen olarak kalır. Onun cazibesi, güzelliği ve çekiciliği hep aynı kalır.
Bilme eylemi sonsuza dek sürer. Bu yüzden kimse “oraya ulaştım” diyemez. Böyle söyleyen yine anılar ve bilgi kalıplarına geri döner. O zaman o kişi ölür. Bilginin açıklandığı an ölüm anıdır. Yaşam sona erer. Yaşam hep bilinmeyenden gelir, bilinmeyene doğru gider. Öteden gelir ve öteye yol alır. İşte bu nedenle bana göre gerçek dindar bir insan bildiğini iddia eden değildir. Bilgiye ulaştığını iddia eden kişi bir teolog, bir filozof olabilir ama asla bir dindar olamaz. Bir zihin dindar olduğunda nihai gizemi, cehaletin sonsuz coşkusunu ve vecdini kabullenir.
Meditasyon, yani boşluk anı oluşturulamaz ve yansıtılamaz. Zihninizi durduramazsınız. Bunu yapıyorsanız ya onu uyuşturmuş ya da hipnotize etmişsiniz ama bu boşluk değildir. Boşluk gelir; asla yaratılamaz, asla getirilemez.
Bu yüzden hiçbir metot öğretmem. Metotlar, teknikler ve doktrinler söz konusu olduğunda ben bir öğretmen değilim.
Bizi ikna ettiniz. Oluşan bu kanımızı deneyime nasıl dönüştürebiliriz?
Bunun nasılı yoktur çünkü nasıl sorusu bir metodu ima eder. Yalnızca bir uyanış vardır. Beni dinlerken içinizde bir şeyler uyanıyorsa, o deneyimi yaşarsınız; bunu hissedersiniz. Ben sizi ikna etmeye çalışmıyorum. Entelektüel düzeyde ikna olmak gerçek anlamda ikna olmak değildir. Ben yalnızca bazı şeyleri size aktarmaya çalışıyorum.
Söylediklerimle neden ikna oldunuz? Bunun iki nedeni olabilir: Ya ileri sürdüğüm fikirler sizi ikna etti ya da söylediğim şeylerin sizin de gerçekleriniz olduğunu gördünüz. Benim fikirlerim sizin de kanılarınız haline geliyorsa, o zaman nasıl sorusunu sorarsınız. Ama söylediklerimi deneyimliyorsanız, gerçekliklerini içinizde hissediyorsanız, o zaman o bilgi benden ayrı bir şeydir. Ben size hiçbir bilgi sağlamıyorum. Bütün olan, ben konuşurken deneyimlediklerinizdir.
Zeka ikna olduğunda “nasıl?” der. “Bunu yapmanın yolu nedir?” Bilmek ister. Ama ben size hiçbir doktrin vermiyorum.
Yalnızca kendi deneyimlerimi anlatıyorum. Hafızanın bir birikim olduğunu -ölü olduğunu, geçmişin bir tortusu olduğunu-söylediğimde onun geçmişin sizde bıraktığı bir parça olduğunu ama sizin ondan ayrı bir şey olduğunuzu anlatmaya çalışıyorum. Söylediklerimi içinizde hissediyorsanız, kendinizle anılarınız (bilinçliliğiniz ve hafızanız) arasındaki mesafeyi biraz olsun görebiliyorsanız işte bu, burada ve şimdi olandır. Bir şey oldu ve bu bir şey ardı ardına her saniye size gelmeyi sürdürebilir. Bu bir metot aracılığı ile değil, farkındalığınız ve kendinizi sürekli bu konuda uyarmanız ile mümkün olur.
Artık bilinçliliğin bilincinizin içeriğinden farklı olduğunu biliyorsunuz. Bu (art arda) -yürürken, konuşurken, yerken, uyurken- anlık farkındalıklar haline gelirse o zaman bir şey olur. Zihnin yalnızca bir bilgisayar, anıları biriktiren bir mekanizma olduğunu ve sizin bir parçanız olmadığını aklınızdan çıkarmazsanız o zaman sırf bu farkındalık bile bu bir şeyin size olmasını sağlar.
Ne zaman, nasıl ve nerede olacağı hiç bilinmez. Farkındalık ise sürdükçe derinleşen bir şeydir. Bu kendiliğinden olur. Zekadan kalbe, içsel zihninize geçer. Yavaş yavaş bilinçüstünden bilinçaltına kayar. Ve sonunda bir gün tümüyle uyanırsınız; bir şey olmuştur, yapay olarak oluşturulmamıştır, hatırlamanın bir yan ürünüdür. Hiçbir doktrin buna neden olmamıştır. Siz içinizdeki bir gerçeğe uyandınız, içinizde bir vizyon gördünüz. Bir şey içinizin derinliklerine girdi.
O, zamanı asla tahmin edilemez, bilinemez an, bir patlama gibi gelir. Artık siz yoksunuz. Zeka yok, hafıza yok, mantık yok. Yalnız bilinçlilik var: Hiçliğin, boşluğun bilinci. Ve bu boşluk bilgidir. Ama bambaşka bir bağlamdaki bilgi. Artık bilen ve bilinen yok. Yalnız varoluşçu biliş var.
Boşluğun içinde ne vardır? Boşluk nedir? Bunlar anlatılamaz. Yalnızca ona geçiş tanımlanabilir. İfade edilebilen bu geçiş bir metot olarak algılanmamalıdır. Ortada uygulanacak bir şey yok.
Hazırlık olarak önerebileceğiniz belirli bir yaşam biçimi var mı?
Farkında olduğunuz an tüm yaşamınız, tüm yaşam biçiminiz değişir. Ama bu değişiklikler size gelir, bu konuda pratik yapılmamalıdır. Bu şey için pratik yapmaya başladığınızda o taşıdığı önemi yitirir. Bunun için, değişim size kendiliğinden gelmeli.
Tüm yapılması gereken boşluğu arzu edemeyeceğinizi kavramaktır. Bu sözlerdeki çelişki varoluşçu bir çelişkidir. Onu arzulayamazsınız çünkü o arzu eski zihninizden, bilgilerinizden gelir. Bütün yapabileceğiniz ne olduğunuzun farkında olmaktır. Bunu yapabildiğiniz an bir bölünme, bir ayrılma meydana gelir. Şimdi benliğinizin bir bölümü artık geri kalan bölümü ile özdeşleşmiyor.
O zaman iki bölüm ortaya çıkar: Biri hafıza, zihin, diğeri ise bilinçlilik, altmandır.
Beni dinlerken aynı zamanda kendi içsel zihninizi de dinlemek zorundasınız. Bu daima böyledir. Benim söylediklerim, sizdeki “ben”in, sizin bilgilerinizin ve birikiminizin bir parçası oluyor. Bilgi daha fazla bilgi ister, nasılı, metodu arar. Bir metot gösterildiğinde ise bu da bilgi birikiminizin bir parçası olur. Sizdeki “ben” güçlenir, daha bilinebilir hale gelir.
Ben, sizdeki “ben”i vurgulamıyorum, benden söz etmiyorum çünkü o zaman iletişim birleşmeye yol açmaz. Bir tartışma olarak kalır, diyaloga dönüşmez. Ortada “ben” olmadığında diyalog olur. Siz buradasınız ve sizdeki “ben” yoksa, işte o zaman nasıl sorusu ortaya çıkmaz. Söylediklerim ya gerçek ya da gerçek dışı, ya doğru ya da bir hokus pokus doktrin olarak kabul edilir.
Benim tüm amacım bir ortam yaratmak. Bunu ya konuşarak, ya sessiz kalarak ya da aklınızı karıştırarak yaparım. İstediğim “ben”inizin içinizden çıkması ve sizdeki “ben”in ötesine geçmesi. Bunu başarmak için çeşitli ortamlar oluşturmaya çalışıyorum.
İşte bu da o ortamlardan biri. Size saçma sapan şeyler söylüyorum. Bir şeyi başarmaktan söz ediyorum ama her türlü metodu reddediyorum. Saçmalık değil mi bu? Nasıl hem bir şeyi söyleyip sonra da onun söylenemez olduğunu söyleyebiliyorum? Ama bu saçmalığın kendisi bir ortam yaratıyor. Sizi ikna edersem bu ortam yaratılmaz. Nasıl? Bunun yolu nedir? Sorularını sormayı sürdürürsünüz. Ben de bunun belirli bir yolu olmadığını yineleyip, dönüşümden söz etmeyi sürdürürüm. O zaman durum öyle mantıksızlaşır ki, aklınız tatmin olmaz. İşte ancak o zaman ötelerden bir şey devreye girebilir.
Her an değişik ortamlar yaratırım. Entelektüel kişiler için ortam saçmalıktır. Farkındalık ancak devamlılığı kesen bir durum yaratıldığında gelir. Durumun saçmalığı ve mantıksızlığı bir boşluk yaratır ve kişisel farkındalığın bakış açısını geçersiz kılar.
Buda’nın yaşamından bir öykü aklıma geliyor. Bir sabah Buda bir köye gelir. Köye girerken birisi ona, “Ben Yüce’ye inanan bir kişiyim” der, “Lütfen bana Tann’nın var olup olmadığını söyle.”
Buda çok kesin bir tavırla, “Tanrı yoktur” der. “Hiçbir zaman olmadı, hiçbir zaman da olmayacak. Sen neler saçmalıyorsun?” Adam yıkılır, ama işte ortam yaratılmıştır. Öğleden sonra başka bir adam Buda’ya gelir ve “Ben ateistim” der, “Tanrı’ya inanmam. Gerçekten bir Tanrı var mı? Ne dersin?”
Buda, “Yalnız Tanrı var” der, “Ondan başka olan bir şey yoktur.” O adam da yıkılır. Akşam olduğunda üçüncü bir adam gelir ve Buda’ya, “Ben bir agnostikim” der, “Ne inanıyorum, ne inanmıyorum. Ne dersin? Bir Tanrı var mı?”
Buda hiçbir şey söylemez. Adam yıkılır.
Ama Buda’nın hep yanında dolaşan bir rahip olan Anand daha da fazla yıkılmıştır. Sabahleyin Buda “Tanrı yoktur” dedi, öğleden sonra, “Olan yalnız Tanrıdır” dedi, akşam ise sessiz kaldı. O gece Anand Buda’ya, “Uyumadan önce lütfen sorumu yanıtla” der. “Bütün huzurumu kaçırdın! Aklım o kadar karıştı ki ne düşüneceğimi bilemez oldum! O saçma ve çelişkili yanıtların anlamı neydi?”
Buda, “O yanıtların hiçbiri sana verilmedi. Neden onları dinledin?” der. “Onlar o sorulan soranlara verildi. Yanıtların seni rahatsız etmesi iyi bir şey. Senin yanıtın da bu.”
Demek ki ortamlar yaratılabiliyor. Bir Zen rahibi onları kendi tarzında yaratır. Sizi odasından ite kaka çıkarabilir ya da size bir tokat atabilir. Bu çok saçma görünür. Ona bir şey sorarsınız, o başka bir şeyi yanıtlar. Birisi, “Bunu yapmanın yolu nedir?” der ama Zen rahibinin yanıtının yol ile hiçbir ilgisi yoktur. “Nehre bak!” diyebilir ya da “Ağaca bak! Ne kadar yüksek!” Bu saçmalıktır.
Zihin devamlılık ister. Saçmalıklardan korkar. Mantıksızdan, bilinmeyenden korkar. Ne var ki gerçek, zekanın bir yan ürünü değildir. Ne bir tümevarım, ne bir tümdengelimdir. Mantıklı değildir; bir sonuç değildir.
Size hiçbir şey aktarmıyorum. Yaptığım yalnızca durumlar, ortamlar yaratmak. Ancak o zaman anlatılamaz olan anlatılabilir. Onun için nasıl diye sormayın. Yalnızca olun. Yapabilirseniz farkında olun, farkında olamıyorsanız, farkında olmadığınızın farkında olun. Olanı görmeye çalışın. Göremiyorsanız, göremediğinizi görün; o zaman o şey olacak, her zaman olur.
“Saçma bir durum yaratmak” demekle insanın bir şekilde sarsılması gerektiğini mi kastediyorsunuz? Sonuç ne olur?
İnsanlar zaten yeterince sarsıntı ve rahatsızlık içinde. Bu nedenle artık bu durumları ile özdeşleşmiş ve barışmış durumdalar. Rahatsızlıkları alışkanlık haline geldi. Hepimiz zaten sarsılmışız! Sarsılmadan gerçeği bilmek imkansızdır.
Rahatsızlık normal olduğundan ben sizi rahatsız ettiğimde rahatsızlığınız rahatsız oluyor. O zaman bu rahatsızlık nötrleşiyor. İlk kez sakinleşiyorsunuz. Saçma bir durum yaratmaktan söz ettiğimde bundan amacım bir sonuç elde etmek değil, iletilmez olanı iletmek.
“Sonuç ne olur?” diyorsunuz. Söylenenler gerçek olarak kabul edilmediği sürece, bir sonuçtan söz edilebilir. O yalnızca sembolik, şiirsel ve mitolojik bir anlamda algılanmalıdır. Bence her dini kitap bir mitolojidir ve deneyimi yaşamış bir kişinin anlattığı her şey de bu bağlamda gerçek dışıdır. O gerçek değildir, bir göstergedir. Gerçeğe ulaşmak için unutulması gerekir.
Ötesinde yalnız sessizliğin var olduğu sınırı işaret eden üç sözcük vardır. Bunlar sat/chit/anand: varoluş, bilinçlilik, vecd Tek bir deneyim vardır ama onu bir kavram haline getirirken bu üç sözcüğe böleriz. Bu tam varoluşta (sat), bu bütünlükte, yalnızsınız. Ne “şu”sunuz, ne de “bu”. Hiçbir şeyle tanımlanamazsınız. Yalnızca varsınız.
İkincisi bilinçliliktir (chit). Bu bilinçli zihin anlamında değildir. Bilinçli zihin daha üstün bir bilincin yalnız küçük bir parçasıdır. Normalde bilinçliyken, bir şeyin bilincinde oluruz. Bilinçlilik objektiftir; bir şey hakkındadır. Chit ise saf bilinçliliktir; hiçbir şeyin bilincinde olmadan. Ortada bir obje yoktur. Bu bilinç hiçbir şeye yöneltilmemiştir. Sonsuz ve arıdır.
Sonuncusu anand, yani vecddir. Mutluluk değil, sevinç değil, vecd. Mutluluk kavramı, içinde mutsuzluğu -onun anısını ve karşıtını- da içerir. Sevinçte de bir miktar gerginlik, rahatlatılması ve sakinleştirilmesi gereken bir şey vardır. Vecd ise içinde mutsuzluktan hiçbir iz taşımayan mutluluktur. Çevresinde dipsiz bir kuyu olmayan sevinçtir. Gerginlik içermeyen mutluluktur.
Vecd en uçtaki sevinç ile en uçtaki üzüntünün tam arasında bir noktadadır. Bu öteye geçme, aşma noktasıdır. Onda hem üzüntünün derinliği, hem de sevincin zirvesi vardır. Sevinçte yükseliş vardır ama üzüntünün derinliği yoktur. Üzüntünün ise dipsiz kuyular kadar derinliği vardır ama zirvesi yoktur. Vecd’de her ikisi de olduğundan ikisini de aşar. Yalnız orta nokta iki uçtaki aşırılığın ötesine aşabilme noktası olabilir.
Bu üç sözcük, sat/chit/ananda, bunun sınırlarıdır. Bu deneyim hakkında bunlardan daha fazla söylenebilecek bir şey yok. ifade edilemeyene geçiş sının ancak bu sözcüklerle anlatılabilir. Bu bir son değil, yalnızca başlangıçtır.
Satchitanand yalnızca bir terimdir, gerçek değil. Bu akıldan hiç çıkarılmamalıdır ve hiç unutulmamalıdır. Ama zihin unutur, o zaman da satchitanand bir gerçek haline gelir. Onun çevresinde teoriler, doktrinler oluştururuz ve zihin kapanır. O zaman öteye sıçrama mümkün olmaz. Bu Hindistan’da da böyle oldu. Bu üç sözcüğün çevresinde koskoca bir gelenek oluşturuldu. Ama gerçek satchitanand değildir; gerçek onun ötesindedir. Ancak bu kadarı sözcüklere dönüştürülebiliyor. Bir metafor olarak algılanmalıdır. Tüm dini kitapların dili semboliktir. Doğası gereği ifade edilemeyenin sözcüklere dökülmesidir.
Ben bile satchitanand terimini kullanmayı sevmiyorum çünkü zihin ne olacağını kavradığı an soruşturmaya ve isteklerde bulunmaya başlıyor. Satchitanand’ı istiyor, o zaman öğretmenler ortaya çıkıp bu isteği mantralar, teknikler ve metotlarla karşılıyorlar. Her talep karşılanabilir, bu yüzden saçma bir talep saçma şeylerle karşılanır. Guruluk ve bütün teolojiler böyle yaratıldı.
Nihai olanı amaç edinmemeye dikkat etmek gerekir. Dilekte bulunmayın, bir şeyi edinmeyi amaçlamayın ve yolculuğunuza bir varış noktası tayin etmeyin. O şu anda, burada, farkında olabilirsek o patlama gerçekleşir. Zaten çok yakınımızda. O bizim en yakın komşumuz ama biz hep uzaktakini arzu ediyoruz. Yanı başımızda duruyor ve biz haclara gidiyoruz. Bir gölge gibi bizi izliyor ama gözlerimiz uzaklarda olduğundan onu göremiyoruz.
Yaşam varoluşun içinde olmak zorundadır. Lao Tzu’nun bir sözü vardır: “Ararsan yitirirsin. Arama, bulursun.”