Aydınlanma Bireysel Bir Şarkıdır..

Aydınlanma çok bireysel bir şarkıdır. Daima bilinmez, daima yeni, daima benzersiz. Asla tekrarlanmaz. Bu yüzden asla iki aydınlanmış insanı birbiri ile kıyaslama; aksi halde ya birine, ya ötekine, ya da ikisine birden haksızlık edersin. Ve hiçbir sabit fikrin olmasın. Yalnızca çok akışkan nitelikler hatırlanmalıdır. Akışkan nitelikler, diyorum, çok belirli şartlar değil.

Örneğin, her aydınlanmış insan derin bir sessizlik yaşar. Neredeyse dokunulabilir bir sessizlik. Onun huzurunda, alıcı, yeni düşüncelere açık insanlar sessizleşir. Aydınlanmış insanın muazzam bir tatmin hissi olacaktır, ne olursa olsun tatmininde bir fark olmaz.

Hiç sorusu kalmayacaktır, tüm sorular çözülecektir. Tüm yanıtları bildiğinden değil, tüm sorular çözülmüştür. Ve o mutlak sessizlik, zihinsizlik durumunda, her soruya muazzam bir derinlikle yanıt verebilir. Hazırlık yapmasına ihtiyaç yoktur. Ne söyleyeceğini kendisi de bilmez, o anda gelir; bazen kendisi bile şaşırır. Ama bu, yanıtlar içinde, hazır demek değildir. Hiç yanıtı yoktur. Hiç sorusu yoktur. Yalnızca açıklık vardır, herhangi bir soruya odaklanabilen bir ışık ve sorunun bütün saklı anlamları, tüm yanıtlanma olasılıkları aniden berrak olur.

Bu yüzden bazen bir şey sorduğunu ve aydınlanmış adamın başka bir yanıt verdiğini görebilirsin. Bu olur, çünkü sen kendi sorunun saklı anlamlarının farkında değilsindir. O yalnızca senin sözlerini yanıtlamaz. Seni yanıtlar. O soruyu üreten zihni yanıtlar. Çok kez soru ve yanıt uyumsuz görünebilir, ama kesinlikle buluşurlar. Yalnızca sorunun derinliklerine bakman gerekir, o zaman kesinlikle o soru olduğunu görürsün. Çok kez sorunu ancak yanıtlandığı zaman anladığını fark edersin, çünkü o boyutun farkında değilsindir, o sözcüklerin geldiği kendi zihninin, kendi bilinçsizliğinin farkında değilsindir.

Ama aydınlanmış adamın yanıtları, yazmaları, tırnak işaretleri yoktur. Yalnızca ulaşılabilir durumdadır; tıpkı bir ayna gibi karşılık verir, yoğunluk ve bütünlük ile karşılık verir.

Bu yüzden bunlar akışkan niteliklerdir, koşullar değil. Küçük şeylere bakma; ne yediğine, ne giydiğine, nerede yaşadığına; bunların konu ile ilgisi yoktur. Yalnızca sevgisine, merhametine, güvenine dikkat et. Güveninden faydalansan bile, bu onun güvenini değiştirmez. Merhametini kötüye kullansan bile, sevgisine ihanet etsen bile, bu hiçbir fark yaratmaz. Sorunun budur. Onun güveni, merhameti, sevgisi aynı kalır.

Yaşamdaki tek çabası insanları nasıl uyanık kılacağı olacaktır. Ne yaparsa yapsın, her eylemin arkasındaki tek amaç budur: Nasıl giderek, daha fazla insanı uyanık kılacağı, çünkü uyanış aracılığı ile yaşamın nihai mutluluğunu bulmuştur..OSHO
Bookmark and Share

Aşk Özgürlük Verir..

Aşk bağlılığa dönüştüğü anda ilişki haline gelir. Aşk taleplerde bulunduğu anda hapishaneye benzer. Özgürlüğünü elinden alır; göklerde uçamazsın, kafeslenmişsindir.

Aşkın özgürlük verici bir kalitede olması lazım, sana zincir vurması değil; sana kanat takıp mümkün olduğunca yükseklere uçmanı sağlaması lazım. Unutma, aşk sınır tanımaz. Aşk kıskanç olamaz, çünkü aşk sahiplenmez.

Sevdiğin için bir insanı sahiplendiğin fikri çok çirkin. Birisine sahipsin bu demektir ki onu öldürdün ve ticari bir mala dönüştürdün. Sadece eşyalara sahip olunur. Aşk özgürlük verir. Gerçek aşkta bölünme olmaz. Sevenler birbirinin içine erir. Sadece egoistçe aşkta büyük bir bölünme vardır, seven ve sevilen ayrılır. Gerçek aşkta ilişki yoktur. Çünkü ilişki kurulacak iki insan yoktur. Gerçek aşkta sadece sevgi olur, bir çiçek açma, güzel bir koku, bir erime, bir birleşme yaşanır. Egoistçe aşkta ise iki kişi vardır, seven ve sevilen. Ve ne zaman seven ile sevilen olsa aşk yok olur. Aşk olduğu zaman seven ve sevilen birlikte aşkın içinde kaybolur. Eğer özgürlük ve aşka sahip olursan başka şeye ihtiyacın kalmaz. Elde etmişsindir sana yaşam işte bunun için verildi. Sevgilinin niçin seninle olmak istemediğini anlamaya çalış. Seni reddettiğinden değil seni ne kadar çok sevdiğini biliyorsun, ama bazen yalnız kalmak istiyor. Sen de onu seviyorsan yalnız bırakırsın; ona işkence yapmazsın. Adam yalnız kalmak istiyorsa kadın, “Artık benimle ilgilenmiyor, belki de başka bir kadına ilgi duyuyor.. diye düşünmez. Akıllı eş diğerini yalnız bırakır ki tekrar kendini toplayabilsin, yeniden paylaşacak enerjisi olsun. Ve bu ritim gece ve gündüz gibidir, yaz ve kış gibi; değişir durur. Osho
Bookmark and Share

Bu evren zihinlerin yansımasıdır..

 Bu evrende her ne görüyorsan bir yansımadır. Tutsaklık gibi görünüyorsa, bu senin yansıman demektir. Özgürleşme gibi görünüyorsa, yine senin yansımandır. Suda tek bir güneşten yansıyan pek çok güneş gördüğün gibi, aynı şekilde tutsaklık ve özgürleşmeyi de gör. Güneş yükselir ve pek çok havuz vardır … kirli ve temiz, büyük ve küçük, güzel ve çirkin. Tek bir güneş pek çok havuzda yansır. Yansımaları sayan biri pek çok güneş olduğunu düşünür. Yansımalara değil, gerçekliğe bakan biri tek bir güneş görür. Dünyaya bakış tarzın seni yansıtır. Hırsızsan, tüm dünya aynı meslekteymiş gibi görünür. Bir kez Nasrettin Hoca ve karısı balık tutmaya gitmiş ve gittikleri yerde yalnızca lisans sahipleri balık tutabiliyormuş. Aniden bir polis memuru belirmiş. Hoca’nın karısı şöyle demiş: “Hoca, senin lisansın var, bu yüzden sen koşarak uzaklaş. Bu arada ben de kaçayım.” Böylece Hoca koşmaya başlamış. Koşmuş, koşmuş, koşmuş… Polis memuru da takip etmiş. Elbette, Hoca karısını orada bırakıp koşunca polis onu takip etmiş. Hoca kalbi patlayacak hale gelene kadar koşmuş. Ama sonra polis memuru onu yakalamış. Polis de ter içindeymiş. “Lisansın nerede?” diye sormuş. Hoca belgelerini çıkarmış. Polis belgelere bakmış ve sormuş: “O zaman neden koşuyordun Nasrettin? Neden benden kaçtın?” Nasrettin, “Bir doktora gidiyorum ve o her yemekten sonra yarım mil koş dedi.” demiş. Polis memuru sormuş: “Tamam, ama peşinden koştuğumu, seni kovaladığımı gördün, bağırdığımı duydun, neden durmadın?” Nasrettin şöyle demiş: “Senin de aynı doktora gidiyor olabileceğini düşündüm.”  Çok mantıklı; olan da bu işte. Çevrende her ne görüyorsan, gerçek şeyden çok bir yansıma. Her yerde kendi yansımanı görüyorsun. Değiştiğin an yansıma da değişiyor. Tamamen sessiz olduğun an tüm dünya sessizleşiyor. Dünya bir tutsaklık değil; tutsaklık bir yansıma. Dünya bir özgürleşme de değil; özgürleşme de bir yansıma. Buda tüm dünyayı nirvana içinde bulur. Krishna tüm dünyayı esriklik, mutluluk içinde kutlama yaparken bulur; acı yoktur. Ama Tantra der ki, her ne görüyorsan bir yansımadır, ta ki tüm görüşler kaybolana, yalnızca üzerinde hiçbir şey yansımayan ayna görülene kadar. Gerçek odur. Bir şey görülüyorsa, yalnızca bir yansımadır. Gerçek birdir; yansımaları pek çok olabilir. Bu bir kez anlaşılınca ― teorik olarak değil, varoluşsal olarak, deneyim aracılığı ile ― özgürleşirsin, tutsaklığından ve özgürleşmenden kurtulursun. Aydınlandığı zaman biri Naropa’ya sormuş: “Şimdi özgür kaldın mı?” Naropa şöyle demiş: “Hem evet, hem hayır. Evet, tutsak değilim ve hayır, özgür değilim; çünkü o özgürleşme de tutsaklığın bir yansımasıydı. Tutsaklık yüzünden onu düşünüyordum.” Şu şekilde bak: Hastasın, o zaman sağlıklı olmayı özlersin. O sağlık özlemi hastalığının bir parçası. Gerçekten sağlıklıysan, sağlıklı olmayı özlemezsin. Nasıl yapabilesin? Gerçekten sağlıklıysan, özlem nerede? Ne gerek var? Gerçekten sağlıklıysan, asla sağlıklı olduğunu hissetmezsin. Yalnızca hasta insanlar sağlıklı olduklarını hisseder. Ne gereği var? Sağlıklı olduğunu nasıl hissedebilirsin? Sağlıklı doğduysan ve hiç hasta olmadıysan, sağlığını hissedebilir misin? Sağlık orada, ama hissedilemez. Ancak karşıtlık aracılığı ile, zıddı aracılığı ile hissedilebilir. Şeyler ancak zıddı aracılığı ile hissedilebilir. Hastaysan sağlığı hissedebilirsin… Ve sağlıklı hissediyorsan, unutma, hâlâ hastasın. Bu yüzden Naropa diyor ki: “Hem evet, hem hayır. Evet, çünkü artık tutsaklık yok, ama tutsaklıkla birlikte özgürleşme de kayboldu; işte bu yüzden hayır. O diğerinin bir parçasıydı. Artık ikisinin de ötesindeyim… Ne tutsağım, ne özgürüm.” Dini bir arayış, bir arzu haline getirme. Mokşayı, özgürleşmeyi, nirvanayı bir arzu nesnesi haline getirme. Ancak hiç arzu olmadığında gerçekleşir. OSHO
Bookmark and Share

Olduğun Halinle Mükemmelsin..

Bir Zen ustasına —onu görmeye bir profesör gelmişti— profesör sordu “Niçin senin gibi değilim? Benim arzum budur. Niçin senin gibi değilim? Niçin senin gibi sessiz değilim? Niçin senin gibi bilge değilim?” 

Usta “Bekle. Sessizce otur. İzle. Beni izle ve kendini izle. Ve herkes gittiğinde şayet soru hâlâ varsa cevap vereceğim” dedi. 

Ve bütün gün insanlar geliyor ve gidiyordu ve müritler soruyordu. Ve profesör giderek çok çok huzursuz oluyordu; zaman boşa harcanıyordu. Ve bu adam “Herkes gittiğinde.” demişti. 

Sonra akşam oldu ve hiç kimse kalmamıştı. Ve profesör “Artık bu kadar yeter. Tüm gün boyunca bekledim. Benim soruma ne oldu?” dedi. 

Ve ay yükseliyordu. Bir dolunay gecesiydi ve usta dedi ki “Hâlâ yanıtını almadın mı?” Profesör “Fakat beni hiç cevaplamadın” dedi. 

Usta kahkaha attı “Tüm gün boyunca pek çok insanı yanıtlıyordum. Şayet izlemiş olsaydın anlardın. Ama hadi dışarı gidelim. Bahçeye gidelim bahçede dolunay var ve çok güzel bir gece” dedi. Ve usta ona “Şu selvi ağacına bak” dedi.
Büyük bir selvi ağacı çok yüksek neredeyse aya değiyordu. Ay onun dallarına sarılmıştı. “Ve şu küçük çalıya bak.”
Ancak profesör “Neden bahsediyorsun? Sorumu unuttun mu?” dedi. Usta “Senin sorunu cevaplıyorum. Bu çalı ve bu selvi ağacı bahçemde yıllardır yaşamakta. Hiçbir zaman çalının selvi ağacına ‘Niçin senin gibi değilim?’ diye sorduğunu duymadım. Ve selvi ağacının çalıya ‘Niçin senin gibi değilim?’ diye sorduğunu duymadım. Selvi ağacı selvi ağacıdır ve çalı da çalıdır; ve her ikisi de kendisi olarak mutludur.” 
Ben kendimim sen sensin. Kıyaslama çatışma yaratır. Kıyaslama hırs yaratır ve kıyaslama taklit yaratır.
 Eğer “Niçin senin gibi değilim?” diye sorarsan o zaman sen benim gibi olmak için çalışmaya başlayacaksın ve bu senin tüm hayatını boşa çıkarmak olacak: Sen bir taklitçi bir karbon kopya haline geleceksin. Ve sen bir taklitçi olduğunda kendine olan tüm saygını yitireceksin. Kendine saygı duyan bir kişi bulmak çok zordur. Niçin bu kadar zor bulunur? Niçin hayata; kendi hayatına saygı yoktur? Ve şayet senin hayatın için yoksa başkaları için nasıl olabilir? Şayet kendi varlığına saygı duymazsan nasıl gül goncasına ve selvi ağacına ve aya ve insanlara saygı duyabilirsin? Nasıl ustana babana annene arkadaşına karına kocana saygı duyabilirsin? Kendine saygı duymadıysan çocuklarına nasıl saygı duyabilirsin? Ve kendisine saygı duyan bir kimse bulmak çok zor. Niçin bu kadar zordur? Çünkü sana taklit etmen öğretildi. Çocukluğundan itibaren sana “İsa gibi ol” ya da “Buda gibi ol” denildi.
Fakat niçin? Niçin Buda haline gelesin? Buda hiçbir zaman sen olmadı. Buda Buda’ydı. İsa İsa’ydı. Krishna Krishna’ydı. Niçin Krishna gibi olasın? Ne yanlış yaptın? Ne günah işledin ki Krishna olasın? Tanrı asla başka bir Krishna daha yaratmadı. O asla başka bir Buda, başka bir İsa yaratmadı, asla! Çünkü o, aynı şeyleri yeniden ve yeniden yaratmayı sevmez. O bir yaratıcı, o bir üretim hattı değil — bir Ford gelir, diğer Ford, diğer Ford — Ford arabaları üretim hattından hepsi birbirinin aynı olarak iner durur. Tanrı bir üretim hattı değildir. Orijinal bir yaratıcıdır: O asla aynı şeyi yaratmaz. Ve aynısı değerli olmayacaktır. İsa’nın yeniden senin içine sığmaya çalıştığını bir düşün. Uymayacaktır! O modası geçmiş olacaktır, o antika olacaktır, o sadece bir müzede yararlı olacaktır, başka bir yerde değil. Tanrı asla tekrar etmez. Fakat sana her zaman için başka birisi olman öğretildi. “Başka birisi ol; komşunun oğlu … komşunun oğlu gibi ol. Bak ne kadar zeki. Bak … şu kız ne kadar zarif şekilde yürüyor. Böyle ol!” Sana her zaman başka birisi gibi olman öğretilmiştir. Hiç kimse sana "Kendin ol ve varlığına saygı duy; o Tanrı’nın bir armağanıdır" dememiştir. Asla taklit etme, sana söylediğim şey budur, asla taklit etme. Kendin ol; bu kadarını Tanrı’ya borçlusun. İçten bir şekilde kendin ol ve o zaman özel olduğunu bileceksin. Tanrı seni çok sevdi, bu yüzden sen varsın. Her şeyden önce bu yüzden sen varsın, aksi takdirde olmazdın. Bu onun sana olan muazzam sevgisinin göstergesidir. Ancak senin özel olman başka birisiyle kıyaslanamaz, bu sen komşularına, arkadaşlarına, karına, kocana kıyasla özelsin demek değildir. Sen basitçe özelsin çünkü sen teksin. Senin gibi olan tek kişi sensin. Bu saygının içinde, bu anlayışın içinde özel olmaya çalışma gayreti kaybolacaktır. Senin tüm özel olma çaban bir yılana bacak takmak gibidir. Yılanı öldüreceksin. Sen düşünürsün ki … yılana olan şefkatin nedeniyle bacak takıyorsun. “Zavallı yılan, bacakları olmadan nasıl yürüyecek?” Sanki yılan bir kırkayağın eline düşmüş gibi. Ve kırkayak yılana büyük bir şefkat duyarak şöyle düşünür, “Zavallı yılan, benim yüz tane bacağım var, onunsa hiç yok. Nasıl yürüyecek? En azından beş tane bacağa ihtiyacı var.” Ve şayet o, ameliyatla yılana birkaç bacak takarsa yılanı öldürecektir. Yılan olduğu haliyle mükemmeldir, onun hiç bacağa ihtiyacı yoktur. Sen olduğun halinle mükemmelsin. Kişinin kendi varlığına saygı duyması diye buna derim. Ve kişinin kendisine saygı duymasının ego ile hiçbir ilgisi yoktur, unutma. Birisine saygı duymak kendi kendine saygı duymak değildir. Bir kimseye saygı duymak Tanrı’ya duyulan saygıdır. O yaratıcıya saygı duymaktır çünkü sen sadece bir resimsin; onun resmi. Resme saygı duyarak sen ressama saygı duyarsın. Saygı duy, kabul et, fark et ve tüm bu aptalca özel olma gayreti kaybolacaktır. OSHO
Bookmark and Share

Zen Yolu/Tasavvuf Yolu

Bugün Zen'in çok özel dünyasına giriyoruz. Zen çok özeldir, çünkü bilincin çok sıradan bir durumudur. Aslında sıradan zihinler sıradışı olmayı ister; sıradışı zihinler ise sıradanlığın içinde rahat eder. Yalnızca sıradışı insanlar rahatlamaya hazırdır ve sıradanlığın içinde dingin durumdadır. Sıradan olanlar ise aşağılık kompleksi hissederler ve bu aşağılık kompleksi nedeniyle özel olmaya çalışırlar. Özel olan kişi ise özel olmak için çaba sarfetmez. O herhangi bir boşluktan dolayı acı duymaz; o tamamen doludur, taşar, neyse odur.

Zen'in dünyasına hem çok özel, hem de çok sıradan denilebilir. Dışarıdan bakıldığında bu bir çelişki gibi görünür. Oysa bu çok basit bir olgudur. Bir gülün, bir lotusun, bir tutam çimenin özel olma çabası yoktur. Bir tutam çimenden, büyük bir yıldıza kadar her şey olduğu gibidir -neyse odur. Onlar varoluşlarından kesinlikle mutludurlar. Bu yüzden herhangi bir kıyas ya da herhangi bir rekabet yoktur. Herhangi bir hiyerarşik durum söz konusu değildir -kim alçakmış, kim yüksekmiş bunların önemi yoktur. Aslında kendinin üstün olduğunu kanıtlamaya çalışan kimse sıradandır.

Herşeyi kabul eden insan neşeli olur. Böyle birisi şükran dolu olur; varoluşa şükran duyar, bütünlüğe şükran duyar, bu kişi en üstündür.

Hz.İsa şöyle demiştir; kutsanmış olanlar bu dünyada sonuncudur, onlar benim tanrımın krallığında birinci olacaklardır. Burada Hz.İsa değişik bir dil kullanıyor, çünkü o değişik türden insanlarla konuşuyordu. Bu durum Zen niteliği taşır... Sonuncu olanlar... Fakat sonuncu olmaya çalışırsanız sonuncu değilsinizdir, bunu unutmayın.

İşte Hrististiyanların yüzyıllardır yaptığı buydu; sonuncu olmaya çalışmak ve Tanrı'nın krallığında birinci olmak. Onlar asıl noktayı kaçırdılar. Sonuncu olmak -çabasız, sadece basit bir anlayışla 'Ben neysem O'yum. Benim için başka bir varoluş şekli yok. Başka birisi olamam, başka biri olmaya ihtiyacım da yok. BÜTÜN böyle olmamı istiyor ve ben böyle rahatım, BÜTÜNün iradesine kendimi teslim ediyorum...'

Bir Zen ustası asla 'birinci olmalısın' demez. Fakat Hz.İsa Zen'i bilmeyen insanlarla konuşuyordu. Oysa Hz.İsa Zen'in ne olduğunu biliyordu. O, Hindistan'a, Ladakh'a, Tibet'e gitmişti. Hatta Japonya'da bulunduğuna dair hikayeler bile var. Bu mümkündür, çünkü o bir mistik okuldan diğerine 18 yıl gezdi. Fakat o bir Yahudi gibi konuşmak zorundaydı.

Yahudiler amaçlarına çok bağımlı olarak hareket eden insanlardır. Daima bir yerlere ulaşmaya çalışırlar. Hintliler de amaca bağımlı insanlardır. Bu yüzden Buda'yı anlayamadılar. Buda Çinliler tarafından en iyi anlaşıldı. Bundan dolayı Çinliler çok ruhani, dindar değildir -çünkü bir insan ruhani, dindar ise onun bir amacı vardır: Öteki dünyaya ait bir amaç. Bir yerlerde özel olmak isteyen bir insan, bu hayatta olmazsa gelecekte, burada değilse ölümden sonra, dünyada değilse cennette bunu hedefler.

Cennet, amaca bağlı insanların bir hayalidir. Böyle insanlar eğer ölümün ötesinde bir amaç varsa dindar olabilirler. Eğer bir amaç varsa, herşeyi feda etmeye hazırdırlar. Kısacası onlar gerçek dindar olmazlar -din, onların anlayışı, neşesi, varoluş yolu değil, arzularıdır. Din, onların derin düzeyde tekrarlanan ego oyunudur.

...

Zen konusunda anlaşılması gereken ilk şey, amaca bağımlı olmamaktır. Zen, burada, şimdide olan yaşam yoludur. Zen, manevi dünyanın diğer sıradan algılanışlarından bir diğeri değildir. O ne manevi, ne de maddidir. İkisinden de ötedir. Bu veya öteki dünyaya ait değildir, iki dünyanın büyük bir sentezidir.

Zen ustaları çok sıradan yaşarlar, herkes gibi. Fakat sıradışı bir yoldadırlar. Tamamen yeni bir bakışla, büyük bir zariflikle, muazzam bir hassaslıkla, uyanıklıkla, gözlem dolu olarak, aşkın ve saf bir bilinçlilik halinde ve o anda yaşarlar. Zen'de hiçbir şey ne kutsal, ne de dünyevidir. Herşey BİRdir, ayrılamaz BİRdir.

...

Zen çok pragmatik ve pratiktir. O, dünyadan el etek çekmeyi aptalca bulur. Onun yerine şöyle der: 'Dönüş! Neredeysen orada ol, fakat yeni bir yolun içerisinde ol. Bu yeni yol nedir? Rekabetçi olma. Rekabetçilik dünyasal olmaktır. Bu, dünyasal yaşamakla ya da dağlara çekilmekle ilgili bir sorun değildir. Mağaralara yerleşebilirsin, fakat diğer mağaralarda başka azizler varsa, rekabet yine olacaktır.

Bir zamanlar bir Hintli aziz tarafından davet edildim. Bir hata olmalıydı, çünkü benim düşünce yolum hakkında bir fikri yoktu. Ama beni davet etmişti, neşelendim, 'Bu iyi bir fırsat' dedim ve oraya gittim.

İlk olay birbirimize tanıştırıldığımızda başladı. Hintli aziz, altın bir tahtta oturuyordu, yanındaki daha küçük bir tahtta ise başka bir Hintli rahip oturmaktaydı. Diğer rahipler ise yerde oturuyorlardı.

Hintli aziz bana şöyle dedi: "Benim yanımdaki ufak tahtta kim oturuyor, merak ediyor olmalısın. O yüksek mahkemenin baş hakimiydi. Fakat öylesine manevi bir insan ki, bu görevinden vazgeçti, dünyadan, yüksek maaşından, statüsünden ve gücünden vazgeçti. Benim öğrencim oldu. Öylesine alçakgönüllü ki, hiçbir zaman benimle eşit düzeyde oturmadı."

Ben devam ettim: "Çok alçakgönüllü olduğunu görebiliyorum. Sizden daha ufak bir tahtta oturuyor, ancak diğerleri de yerde oturuyor! Eğer o gerçekten alçakgönüllü ise, yere bir çukur kazmalı ve orada oturmalı, tabii ki gerçekten alçakgönüllü ise. Ama bu durumda, o sadece size karşı alçakgönüllü, diğerlerine karşı ise çok kibirli."

Gözlerinden öfke kıvılcımları çıkıyordu. Her ikisi de çok kızmıştı, bir süre ne diyeceklerini bilemediler. Ben devam ettim: "Alçakgönüllüğünüzü görüyorsunuz, ikiniz de kızdınız. Bu adam da hala yerinde oturuyor. Eğer o gerçekten alçakgönüllü ise, tahtına yapışmasın, aşağı insin ve hemen bir çukur kazsın. O zaman tabii ki yeni bir rekabet olacak. Diğerleri daha büyük ve derin çukurlar kazacaklar. En alçakgönüllü olan en derin çukura girmeye çalışacak."

Daha sonra Hintli azize şöyle dedim: "O, sadece senin ölmeni bekliyor, ölür ölmez senin yerine geçecek. Şu anda yarı yolda. İçinden şöyle dua ediyor, 'Yaşlı bunak, dilerim en kısa zamanda ölürsün!' O zaman başka birisi ufak tahta oturacak ve böylece o, bu kişiyi alçakgönüllü olarak tanıtacak. Bir de şu var, eğer ufak tahtta oturan alçakgönüllü, sen nesin? Sen ondan daha yüksek bir tahtta oturuyorsun! Eğer mesele yüksek veya alçak yerde oturmaksa, tavandaki örümcek ne olacak? O daha yüce olmalı, çünkü senden daha yüksekte. Veya gökyüzünde uçak kuşlara ne demeli?

Aslında siz bu yolda hiç bir şeyden vazgeçmiş değilsiniz. Hala yeni isimlerle eski aptallıkları taşıyorsunuz. Sadece isimler değişti, ama eski rüyalar hala devam ediyor, eski arzular, eski egolar hala güçlü bir şekilde sürüyor. Herhangi bir tapınağa gidebilirsiniz, ama aynı rekabet orada da olacaktır."

Zen, şöyle der: 'Hayatın içinde ol, hayatta yanlış bir şey yoktur. Eğer bir şey yanlışsa, o sizin bakış açınızdan dolayıdır. Gözleriniz bulutlu, bilincinizin aynası tozlu. Onu temizleyin, daha fazla berraklık yaratın.'

Rekabet ortadan kalkarsa, dünyadasınızdır, ama dünyadan değilsinizdir. Eğer tutkular yok olursa, terk edilmesi gereken bir dünya da kalmaz. Fakat bu şekilde tutkular ve rekabet nasıl yok olabilir ki? Biz ona yeni yollar yaratıyoruz. Birisi sizden daha fazla para, öteki ise daha fazla erdem kazanmaya çalışıyor. Fark nedir? İkisi de aynı arzudur, aynı rüyadır, aynı uyku durumudur. İnsanlar rüyalarının peşinde koşuyorlar, rüyalar değişiyor ama onlar asla uyanmıyorlar. Rüyalar değişir, fakat siz bu rüyada, ya da o rüyadasınızdır, kendinizi karanlıkta kaybedersiniz. Aydınlanmak, rüyaları değiştirmek, eski bir rüyadan başka bir rüya durumuna geçmek, eski rüya yerine yeni bir rüya yaratmak değildir.

...

Sufizm spekülasyonlarda bulunmaz. Oldukça gerçekçi, pragmatik ve pratiktir.Ayakları yere basar, soyut değildir. Buna rağmen herhangi bir dünya görüşü yoktur. Ve bir sistem olmadığından dolayı da bilgiyi sistematize etmez.

Bir sistem, varoluşu tamamıyla açıklar. Sufizm bir sistem değildir; varoluş için bir açıklaması yoktur, varoluşun gizlerine giden bir yoldur. Hiçbir şeyi açıklamaz, yalnızca gizleri gösterir. Sizi gizemin içine yollar. Sufizm varoluşun sırrını çözmez. Tüm sistemler bunu yapar; tüm işleri gizemi ve harikaları yok ederek bilinmeyeni bilinir kılmaktır. Sufizm sizi bir harikadan diğerine götürür, harikalar diyarının derinliklerine.

Bir sistem değildir, çünkü hiçbir şey hakkında hiçbir zaman tam bir açıklama vermez. Yalnızca çok, çok ufak ipuçları, içgörüler verir. Dönüp dolaşıp aynı yere gelmez, felsefe yapmaz; sürekli hikayeler, anekdotlar, mecazlar, deyişler ve şiirler ortaya koyar. Bir metafizik değil, mecazdır. 'Ay'ı işaret eden parmaktır. Parmağı analiz ederek 'ay'ı anlayamazsınız, ama içtenlikle o yöne bakarsanız, 'ay'ı görürsünüz.

Sufi hikayeleri felsefi değidir. İnce ipuçları ve fısıltılardır. Doğal olarak, sadece içtenlikle ve empati ile dinleyenler, güvenle kalplerini açıp teslim olmaya hazır olanlar Sufizmin ne olduğunu anlayabilirler. Yalnızca sevebilenler Sufizmin ne olduğunu anlayabilir.

Mesajı nedir? Mantıklı bir analiz değildir, ama Zen kadar mantıksız da değildir. Sufizm, mantıklı olmanın bir uç, mantıksız olmanın ise diğer bir uç olduğunu söyler. Sufizm ortalarda bir yerdedir, ne mantıklı ne de tamamiyle mantıksız. Sağa ya da sola yatmaz. Saçma değildir. Sokrates gibi mantıklı değildir, ama Bodhidharma gibi mantıksız da değildir. Bodhidharma ve Sokrates'in farklı göründüklerini, ancak yaklaşımlarının aynı olduğunu söyler. Aslında Bodhidharma Sokrates'den daha mantıklıdır; zaten bu yüzden mantıksızlığa kayar. Eğer mantık çizgisini izlemeye devam ederseniz, eninde sonunda mantığın bittiği yere gelirsiniz, ama yolculuk devam eder. Bodhidharma, tüm yolu gitmiş ve mantığın bittiği ama hayatın devam ettiği sınır çizgisine gelmiş olan Sokrates'dir. Bodhidharma farklı görünür, ama yaklaşımı Sokratesçidir - entelektüeldir. Zen, entelekte çok karşıdır, ama entelekte karşı olmak da entelektüel bir davranıştır. Zen, felsefe karşıtıdır, ama felsefe karşıtı olduğunuzda da felsefi olursunuz -sizin felsefeniz de budur. Sufizm uçları reddeder, ortadakini seçer, tam ortadakini.

Zen'deki anahtar kelime 'dikkat'tir, Sufizm'de ise 'yürek'. Zen zihne karşıdır, ama zihnin ötesine zihinle geçer. Sufizm zihne karşı değildir, zihne tamamen kayıtsızdır. Sufizm yüreğe yoğunlaşmıştır; kısacası zihni umursamaz. Evet, Sufi'de de bir aydınlanma olur. Eğer Zen'deki aydınlanmaya satori, zihin-uyanıklığı dersek, Sufi'deki aydınlanmaya da 'yürek-uyanıklığı' denilebilir. Sufi'nin yolu aşığın yoludur, Zen yolu ise savaşcının, samurayın yolu.

...

Sufizm bir dünya görüşü değil, görmektir. Dünya görüşü olduğunuz yerde sayıyorsunuz demektir; bir felsefeye, gerçekle ilgili belli açıklamalara inanırsınız. Aynı kalırsınız, değişmezsiniz. Dünya görüşü sizi biraz bilgilendirir, daha bilgili olursunuz.

Görmek ise sizi dönüştürür. Ancak dönüştüğünüzde, yaşamın başka yüksekliklerini ve derinliklerini deneyimlediğinizde, görebilirsiniz.

Sufizm bir görüdür. Aslında 'Sufizm' demek doğru değildir çünkü bir 'izm' değildir. Sufiler 'Sufizm' demez; bu başkalarının verdiği bir addır. Onlar tasavvuf derler, bu bir aşk görüşüdür, gerçeğe aşk ile yakınlaşmaktır. Varoluş hakkında düşünen kişi biraz muhaliftir çünkü varoluşu bir sorun sanır - sanki varoluş ona meydan okuyordur ve o da buna karşılık veriyordur, sırrı çözmelidir, gizemi yok etmelidir. Savaşır.

Sufi der ki: "Biz ve varoluş biriz. Varoluşla kavgaya lüzum yok. Gönlünü al, birleş, davet et, sev, arkadaş ol ve varoluş sırlarını kendisi açacaktır."

Sufizmin bir sistem olmadığını söylemiştim, çünkü tüm sistemler sınırlama getirir, çevrenizde birer hapishane oluşturur. Sufizm özgürlüktür. Belli bir sisteme inanmanızı söylemez. İnançtan değil, güvenmekten bahseder.

Sufizmin bir felsefe olmadığını söylemiştim, ama felsefe karşıtı da değildir. Yalnızca felsefeyi ve felsefe karşıtı olmayı umursamaz. Es geçer, kayıtsızdır. Der ki: "Gerçek varken ne diye kelimelerle uğraşayım? Suyu içmek varken ne diye suyla ilgili teorilere kafa patlatayım? Güneşe çıkıp güneş ışınlarıyla dans etmek varken ne diye teorilerle boğuşayım? Otantik bir şey yaşamamak niye?"

Felsefe dönüp durur; hep bir şeyler hakkındadır. Hiçbir zaman gerçeğin özüne dokunmaz. Gerçek hakkında düşünür ama gerçek hakkında düşünmek gerçeği yalancı çıkarmaya çalışmaktır. Gerçek düşülmesi değil karşılaşılması gereken bir şeydir. Gerçek inanılmamalı, yaşanmalıdır. Gerçek bir sonuç değildir, bir kıyaslama süreci ile gerçeğe ulaşamazsınız. Gerçek ortadadır! Gerçek sizsiniz, kuşlardır gerçek, güneştir, aydır. Gerçek her yerde ve siz gözlerinizi kapıyorsunuz ve gerçeği düşünüyorsunuz? Düşünce yoldan çıkarır.

Düşünmeye gerek yok. Yaşayın onu! Gerçeği yalnızca yaşayarak bilebilirsiniz.
Bookmark and Share

Ego Nedir ?

Ego senin gerçek özünün tam tersidir. Ego sen değilsin. Ego toplumun yaratmış olduğu ve senin bu sayede oyuncakla oynamaya devam edebildiğin ve asla gerçek şeyi sormadığın bir kandırmacadır. Bu yüzden ben egonu bırakmadığın sürece asla kendini bilemeyeceğin konusunda ısrar ediyorum.
Doğduğun zaman hakiki benliğine sahiptin. Sonra sahte bir benlik yaratmaya başladılar: Sen Hıristiyansın, sen Katoliksin, sen beyazsın, sen Almansın ve sen Tanrının seçilmiş ırkısın, senin dünyayı yönetmen lazım ve bunun gibi pek çok şey. Senin kim olduğunla ilgili sahte bir fikir yaratıyorlar. Sana bir isim veriyorlar ve bu ismin etrafında hırslar, şartlanmalar yaratıyorlar.
Ve yavaş yavaş —çünkü bu neredeyse hayatının üçte birini alır — yavaş yavaş onlar okul aracılığıyla, kilise, kolej, üniversite aracılığıyla egon üzerinde çalışırlar. Üniversiteden çıktığında masum varlığını tamamıyla unutmuş olursun. Artık senin altın madalyalı, birinci sınıf, üniversitenin en başarılısı olmuş çok büyük bir egon vardır. Artık sen dünyaya adım atmaya hazırsın.
Bu ego her türlü arzuya, hırsa sahiptir, her şeyin her zaman zirvesinde olmak ister. Sen bu ego tarafından kullanılıyorsun. Ve bu asla sana hakiki, gerçek benliğin hakkında en küçük bir ipucuna dahi izin vermez ve senin hayatın kendi hakikatinin içindedir. Bu yüzden bu ego sadece mutsuzluk, acı, kavga, hayal kırıklığı, delilik, intihar, cinayet; her türden suçu üretir.
Hakikati arayan birisi tam bu noktadan başlamalıdır: Ne zaman toplum tarafından bir şey olduğun söylenirse ondan kurtul. Kesinlikle sen o değilsin. Çünkü senin dışında hiç kimse senin kim olduğunu bilemez: Ne anne baban, ne öğretmenlerin, ne de din adamların. Senin dışında hiç kimse kendi varlığının mahremiyeti içine giremez. Bu yüzden seni hiç kimse tanımıyor; senin hakkında ne söylerlerse söylesinler hepsi yanlış.
Onu bir kenara fırlat. Tüm egoyu paramparça et. Egoyu yok ederek, kendi özünü keşfedeceksin. Ve bu keşif mümkün olan en muhteşem keşiftir çünkü o mutlak saadete doğru, sonsuz hayata doğru bütünüyle yeni, kutsal bir yolculuktur.
Seçebilirsin: Ya hayal kırıklığı, acı, mutsuzluk; o zaman egoya tutunmaya, onu beslemeye devam et. Yahut huzur, sükûnet, saadet. Fakat o zaman masumiyetini yeniden kazanmak zorundasın.OSHO
Bookmark and Share

11

Mahamudra şarkısında Tilopa şöyle diyor " Mahamudra tüm kelime ve sembollerin ötesindedir." Fakat senin gibi ciddi ve sadık birisi için şu söylenmelidir. "Boşluğun güvenilmeye ihtiyacı yoktur. Mahamudra hiçlikte dinlenir. Bir insan çaba sarf etmeden, rahat ve doğal olarak boyunduruklarından kurtulabilir ve özgürlüğü kazanabilir."
Nihai gerçeğin deneyimi aslında bir deneyim değildir. Çünkü deneyimleyen kaybolmuştur. Deneyimleyen kaybolduğu zaman onun hakkında ne söylenebilir ki? Deneyimi kim anlatacak? Özne olmayınca nesne de kaybolur -sınırlar yok olur- geriye sadece nehrin akışı kalır. Bilgi oradadır fakat bilen yoktur.
Bu durum tüm mistiklerin problemi olageldi. Nihai gerçeği deneyimlediler fakat onu izdeşçilerine aktaramadılar. Gerçeği sahip oldukları entelektüel anlayışla nakledemediler. Gerçekle bir oldular. Onların tüm varlığı gerçeği yansıttı. Fakat entelektüel bir iletişim mümkün olmadı.
-&-

10

Gerçek bir dindar her zaman yanlış anlaşılacaktır. Onun hakkında ne söylerseniz yanlış olacaktır. Çünkü yanlış olan sizsiniz.
Onun için iyidir derseniz yanlış olacaktır çünkü o aynı zamanda kötüdür de. O çelişkiseldir. Tanrı da çelişkisel bir nitelik taşır. Zihnin ötesine geçmediğiniz sürece dinsel bilincin ne olduğunu hissedemezsiniz.
Asıl din tekdir. Din isimleri ve tarikatlar ise sadece biçimlerdir. Din bir miras gibi size geçen bir şey değildir. O kendi içinizde bulunacak bir şeydir. Kişisel bir büyümedir. Din gerçekle kişisel bir karşılaşmadır. O kişisel bir arayıştır, toplumun bir parçası değildir.
Ben bir Cayna (Cayn dini izdeşçisi) olarak doğdum. Tabii Cayna olmam için zorladılar. Nasıl böyle nadir bulunan bir dine mensup olmazdım? Fakat başarısız oldular. O zaman bana kızdılar. Onlardan olmadığım için, onlara karşı olduğumu düşündüler. Cayn dini Hinduizm'den, Vedalardan bile eski bir dindi. Hatta Rig Veda'da Cayn Tirthankaralarından* saygıyla bahsetmekteydi. Onlar Aryanlardan önce Hindistan'a gelmişlerdi. En eski dindi. Tabii bu, aynı zamanda en ölü din anlamına geliyordu. Fosilleşmişti. Bir Cayn azizinden daha ölü bir insan bulamazsınız.
Gerçek bir sessizlik insanı hiçbir toplumun üyesi olmaz. O doğanın bir parçasıdır, toplumun değil. Mahavira çıplak yaşamıştı. Yirmi yıl konuşmadan yaşadı, çünkü dil topluma aitti. Gerçek dindar insanlar herhangi bir kurumun parçası olmazlar. O zaman kanatlar kesilir ve altın kafesin içinde olursunuz.
Siz bir dinin içinde doğmazsınız ancak din sizin içinizde doğar. İsa'nın bir bakireden doğmasının asıl anlamı budur. Meryem'in bakireliği semboliktir. Burada şiirsel bir gerçeklik vardır, mantıksal bir gerçeklik olarak algılanmamalıdır. Müslümanlara sorarsanız benim Müslüman olmadan, Kuran ve Sufizm hakkında konuşmam yanlıştır. Fakat Kuran'ın Arapça'yla bir işi yoktur. Onun işi yürekledir, sessizlikledir, lisanla değil.
Gerçek din, içinde kaybolduğunuz uçsuz bucaksız bir duygudur, geriye sadece varoluş kalır. Din içsel bir devrimdir, mutasyondur.
İnsanlar anlamadıkları şeyleri yüceltiyorlar. Çünkü gizemli bir şey olduğunu düşünüyorlar. Ben anlayamıyorsam gerçekten zeki bir insan olmalı diye düşünüyorlar.
Hegel'in kitaplarını okursanız ne yaptığını görürsünüz. Her şeyi olabildiğince zorlaştırmış. Zor değil. İyi bir alıştırma. Çağdaşları bu Alman filozofun en büyük olduğunu düşündüler. Fakat zaman geçtikçe anlaşıldı ve gizem kayboldu. Değeri düştükçe düştü. Laf kalabalığından başka bir şey yoktu. Bir kelimede söyleyeceği şey için yüz sayfa kullanmıştı. Çok uzun cümleler. Cümlenin sonuna geldiğiniz zaman başını hatırlayamıyorsunuz. Tekrar tekrar okuyorsunuz. Gizemli bir durum yaratmış. Oysa gerçekten bilge insanlar basit bir dille gizemli olanı işaret ederler.
Gurdjieff'i de anlamadığı için takip eden çok fazla izdeşçisi oldu. O Hegel gibi değildi. Sadece istemediği insanların gelmesini istemiyordu. Sıkıcı, bıktırıcı bir yöntem kullandı. Ancak anlatılan gerçek basitti. Fakat herkes kendi kapasitesi kadar anlayabildi.
Sözcüklere ve etiketlere kanmayın. Size verilebilecek en güzel hediyenin hiçlik, boşluk, vakum durumu olduğunu unutmayın.

"Bhagwan,
Sevgiyi deneyimlemenin öneminden bahsettiniz. Ben hiçbir zaman derin bir sevgi deneyimlemedim. Sadece yüzeysel bağlılıklarım oldu. Ben kendimi bile sevmezken başka birisini nasıl sevebilirim? Her şeyin bir mevsimi olduğunu, zamanı geldiğinde ihtiyaçların karşılanacağını biliyorum. Bunu bir çıkmaz gibi görerek beklemekten başka yapabileceğim bir şey var mı?"
İlk önce kendini avutmayı bırak. Zihnindeki "Başka ne yapabilirim ki? O halde beklemeliyim" düşüncesi bir çeşit karamsarlık ve yenilgi içeren bir bekleyiştir. Başka bir bekleme tarzı daha vardır. Bu avuntudan değil anlayıştan kaynaklanır. Bu bekleyiş karamsarlık dolu değil, coşku doludur. Anlayış şudur "Ben tek başıma bir şey yapamam ancak Tanrı benim aracılığım ile yapabilir."
Bekleyiş şükran dolu olmalı, enerji dolu olmalı, yoğunluk dolu olmalı, aktif olmalı. Uyuşuk, güçsüz ve pasif olmamalı. Uyuşukluk içinde beklersen hiçbir zaman gerçekleşmez. Enerjin titreşsin. Tek başına ne yapabilirsin ki? Ağlayabilirsin. İzin ver, bekleyişin gözyaşı dolu olsun, yakarış dolu olsun. Sadece pasif olmasın, yoğunluk içersin. Aktif bekleyiş ile pasif bekleyişin ayrımını iyi yapmalısın.
Şöyle diyorsun "Sevgiyi deneyimlemenin öneminden bahsettiniz. Ben hiçbir zaman derin bir sevgi deneyimlemedim. Sadece yüzeysel bağlılıklarım oldu ." Yüzeysel ne demektir? O sadece bir şeyin yüzeyine dokunmak demektir. Derine gidersen derinleşir. Her yüzeyselliğin bir derinliği vardır. Aksi takdirde yüzeysellik de olmaz. Okyanusun yüzeyi, okyanusun derinliği olduğu takdirde vardır. Her yüzeysel şey, derinleşebilir. Bu tamamen sana bağlı. Dinler şöyle der; "Sonsuzu ara, anlık şeyler, geçici şeyler için aşka düşme." Fakat her geçici şey sonsuzu içerir. Her an sonsuzdur. Her an, okyanusun içindeki bir dalga gibidir. Dalgayı hor görüp ayıplama. Aksi takdirde okyanusun ne olduğunu bilemezsin.
Her türlü yargılamayı, hor görmeyi, kelimeleri bir yana bırak. "Ben kapıyı değil tapınağın kendisini arıyorum." diyebilirsin. Ancak her tapınağa da bir kapıdan girilir. Her ana, geçici şeylere saygı duymayı öğren, sonsuzluk kapını çalacaktır. Yüzeyselliği bile sev. Fizikselliği, duyulara ait olan şeyleri, cinselliği sev. Bunları ayıplama çünkü bunlar kapılardır. Bunlar sayesinde duyuların ve cinselliğin ötesinde olana geçeceksin. Bu hayatın gizemidir. Beden ruha, dünya da Tanrıya açılan kapı haline gelir.
"Derin bir sevgi deneyimlemedim." diyorsun. İnsanların, sevginin nasıl olacağına dair bir sürü düşüncesi var. Yaşamadıkları bir şey hakkında yorum yapıp, ayıplıyorlar. Sevgi hakkındaki tüm fikirleri bir yana bırak. Yüzeyselliğin ne olduğunu biliyorsun. Onun derinine git. O zaman dibe ulaşırsın. Klişeleşmiş lafları kullanmayı bırak.  Bunları çok sık duydun ve zihnine girdi. Bunlar zihnin oyunları, erteleme yolları. Oyun oynamayı bırak. Bu erteleyiş bir zehir haline gelir. Zihin arzularla, umutlarla yaşar. Arzuların devam etmesinin en iyi yolu, derin bir uyuşukluk içerisinde doğru mevsimin gelmesini beklemektir. Uyuşuk olma. İsa izdeşçilerine şöyle demiştir "Uyumayı bırakın, uyanın." Bekleyişiniz, uyanıklık içerisinde olmalı. Beklemek, bir şey yapmaya karşı değildir. Bu tarz bir bekleyiş en yüce, en ince şekilde bir şey yapmaktır. Bir şeyler yapmanın sanatıdır.

"Bhagwan,
Annenizin, sizin öğrenciniz olmaya geldiği zaman; sizin, onun ayaklarına kapandığınızı duydum. Bu beni çok heyecanlandırdı. Bu konuda biraz daha bilgi vermeniz mümkün mü? Anne mi daha yücedir, yoksa Guru-Usta- mu?"
Karşılıklı olarak, birbirlerinden yücedirler. Onlar karşılıklı olarak, birbirlerine doğum verirler. Anne fiziksel doğumu verir. İlk doğum anne aracılığı ile olur. İkinci doğum guru aracılığı ile olur. Bu sefer guru annedir! İki doğumlu olursunuz. Buna dwija denir. Anne size bedeni verir, anne dünyadır. Usta ise semadır. Fakat dünya olmadan sema olamaz. Anne size bir fırsat verir. Fakat bu sadece bir fırsattır. Bu fırsatı gerçekleştirmek için ustayı bulmak zorundasınız. Anne olmadan burada olamazsınız, usta olmadan ise burada oluşunuz anlamsız olur.
Bu ilginç bir fenomen. Bir annenin, kendi oğlunun öğrencisi olmaya gelmesi çok ender rastlanan bir durumdur. Meryem hiçbir zaman İsa'nın öğrencisi olmadı. İsa, ışığını yabancılarla paylaştı. Kendi anne ve babası karanlıkta kaldı. İsa buna üzüldü ve üzüntüsünü kızgınlık ile gösterdi.
Annem, benim yanıma öğretiye kabul töreni için geldiği zaman, çok ender bir anne olduğu için, onun ayaklarına kapandım. Onun ayaklarına kapandım çünkü bir annenin oğlunun ayaklarına kapanması çok zor ve cesaret isteyen bir şeydir. Tüm egoyu ortadan kaldıracak büyük bir riske ihtiyaç duyar. O benim annemdi ve zor bir adım atmıştı. Büyük bir cesaret göstermişti ve mutluydum. Bu yüzden önünde eğildim ve ayaklarına dokundum. Artık bana "Şunu yap, bunu yapma." demesi olanağı kalmamıştı. Ve aramızdaki ilişki olabilecek en güzel şekilde sonlandı. Onun oğlu olarak son anımdı. Bu anda aramızdaki tüm bağlar koptu. Artık ben ona tavsiyelerde bulunacaktım. Büyük bir risk alarak yanıma geldi. Ben de onun cesaretinin ve egosunu aşmışlığının önünde eğildim. Bu yeni bir ilişkinin başlangıcıydı.

" Bhagwan,
Şu bir gerçek ki; yakın ilişkilerde taraflardan biri iyi, anlayışlı, rahat ve sakin olmayı oynadığında, diğerine sinirli, gergin ve kızgın olmak kalıyor. Lütfen açıklar mısınız?"
Bu durum, ilişkilerde her zaman olan bir çeşit dengeleme. Çok sakin olur ve cenneti oynarsanız diğer taraf daha sinirli olur ve cehennemi oynar. Bu durum Sokrates ile karısı arasında yaşandı. Doğal olun. Kimi zaman üzgün, kızgın olmak iyidir, kimi zaman cenneti yaşamak iyidir. Unutmayın; hayat daima denge içerisinde var olur. İyi kadınlar kötü kocalar bulur, iyi erkekler de kötü karılar bulur.
Doğuda, gerçeği arayanlar evlenmezler. Bunun temel sebebi şudur: eğer karınızla yaşarken çok dingin, farkında bir hayatınız olursa, onun varlığını yok etmeye başlarsınız. Bu sefer o, denge kurmak için negatif olmaya başlar. Bu sefer siz, ona karşı suç işlemeye başlarsınız veya suç sizin için mümkün bir hale gelmeye başlar. Bu yüzden, doğuda gerçeği arayanlar, çağlardır bekar kalmayı seçtiler. Bu sadece şefkatten kaynaklandı. Neden başka bir insanı yok edesiniz ki?
Eğer evlendiyseniz, normal kalmanız daha iyidir. Gerçeği arayışınız, içsel meseleniz olmalı. Yalnız kaldığınız zaman meditasyon yapın. Hiçbir kadın buna anlayış göstermez. Aksi takdirde diğer tarafa karşı suç işler, onu yok etmeye başlarsınız. Doğu bu konuda haklıdır: eğer gerçek bir arayan iseniz yalnız kalmanız daha iyidir.

* Tirthankara: Caynizmin aziz kişileri. Peygamber gibi bir anlam taşır.

9

Bir zamanlar muhteşem bir kral vardı. Bir gün kafası karıştı ve danışmak için bilgeleri çağırdı. Onlara şöyle dedi "Nedenini bilmiyorum ama bir şey beni, durumumu dengede tutacak özel bir yüzük aramaya yöneltiyor. Öyle bir yüzük sahibi olmalıyım ki beni üzgün durumdayken neşeli, neşeliyken üzgün duruma getirmeli."
Bilgeler derin düşünceye daldılar ve birbirlerine danıştılar. Sonunda krala uygun bir yüzükte karar kıldılar. Bulunan yüzüğün üzerinde şu yazıyordu: BU DA GEÇER.
Bu sufiler tarafından yüzyıllardır kullanılan bir hikayedir. Birçok insana aydınlanma yönünde yardımı oldu. Yüzeyden bakıldığında basit bir hikayedir. Anlamak için özel bir zeka gerekmez. Fakat derinine inerseniz eğer, cehalet bağlarını koparmak için, elinizde bir silah haline gelir. Bu hikaye üzerinde düşünün.
Din ayinler demek değildir. Din sizin içsel bilincinizdir. Yüzeydeki şeyler değişebilir ancak öncelikle değişmesi gereken içinizdedir.
Ahlak kuralları başkalarıyla nasıl yaşayacağımızla ilgilidir. Başkalarına nasıl yanlış yapmayacağımızla ilgilidir. Din ise kendimizle nasıl yaşayacağımızdır. Kendimize nasıl yanlış yapmayacağımızdır. Hareket merkezimiz başkaları olmamalıdır. Din kendi içsel tapınağımızdan hareket etmemiz demektir. Böylece ışık saçan bir insan haline gelebilirsiniz. Buradaki ışık hareketlerden kaynaklanmaz. Buradaki ışık iyi veya kötüyü içermez. Aynen güneşin ışıklarını saçması gibidir. İçinizden gelen ışık iyinin ve kötünün, ahlakın ötesindedir.
Din kelimesi -religere- birleştirmek, bir araya getirmek kökünden gelir. Kimle bir araya gelip birleşiyorsunuz? Kendi varlığınızla, kendi varlığınızın özüyle. Siz kaynaktan geldiniz ve derin halinizle hala öylesiniz. Sadece köklerinizi unuttunuz. Din tekrar hatırlayış demektir, kaynağın tekrar parçası olmak demektir.
Siz sadece bir egodan ibaret değilsiniz. Şunu hatırlayın, ego sizin içinizde yer almaz. Ego siz ve diğerleri arasında yaşam bulur, var olur -karınızla, kocanızla, arkadaşlarınızla, düşmanlarınızla. Derine giderseniz ego yoktur. Kendi bütünsel yalnızlığınızın içerisinde, ego son bulur.
Bu yüzden ego oyun oynamaya devam eder. Siz gerçeği arıyorken size şöyle der "Başkalarına yardım et, onları dönüştür." İşte o zaman din, tekrar kaybolur, görev başlar. Din bir görev değildir. Çünkü o zaman yine diğerlerini esas almaya başlarsınız. Gerçek dindar bunu bir görev olarak yapmaz. O diğerlerine, içsel hazinesini paylaşarak yardımcı olur. Bu yardım kesin kurallar ve kalıplar içermez. Kimseyi değiştirmeye çalışmaz. Çünkü o zaman ince düzeyden bir şiddet ortaya çıkar. O zaman, o kişiyi Tanrının yarattığı haliyle kabul etmiyorsunuz demektir. Bu durum Tanrıdan daha iyi fikirlere, düşüncelere sahip olduğunuz anlamına gelir. Bu çok aptalcadır.
Burada egonun olaya nasıl karıştığını gördük. Manevi dürtülerin başlaması, cinsel dürtülerin başlamasına benzer. Zamanı gelmeden, zorla olacak bir şey değildir. Bunu kimse zorla başaramaz. Birçok din bunu denedi ve sadece manevi dürtülerin ortaya çıkma şansını ortadan kaldırdılar.
Bu dünya misyonerler ve papazlar yüzünden bu kadar dinsiz. İnsanlar manevi dürtüleri ortaya çıkmadan, din hakkında düşünmek zorunda bırakıldılar. Usandılar, sıkıldılar.
Din kişisel bir olaydır, sosyal bir fenomen değildir. Sizin dışınızda kimse hazır olup olmadığınızı bilemez. Din diğerlerinden özgür olabilme kapasitesidir, yalnız kalabilme kapasitesidir.

8

Bu dünya üzerinde birçok insan aydınlandı. Fakat pek azı bir usta haline gelip sizin problemlerinize ve engellerinize bir çözüm getirebildi. Çünkü aydınlanınca kendi problemlerini çözmek, kendi engelleri ile uğraşmak zorundaydılar.
Krişnamurti aydınlandı. Karışık bir olayı basit bir formüle indirgedi. Gizem kayboldu. Bir mantıkçı gibi konuştu. Kimseye faydası olmayan belli formülleri tekrar ediyordu. Kalıplaşmış formüllerle birçok kişi aldandı. Çünkü hayat belli bir kalıba sığdırılamaz.
Bazen bir insan ustaya ihtiyaç duymadan aydınlanır. Bazen de bir değil birçok ustanın yardımıyla aydınlanır. Bir yönteme ihtiyaç duymadan da aydınlanabilirsiniz ama tersi de doğrudur. Mantıklı insanlar her şeyi evet ve hayır olarak böler. Batılı düşünür Bono güzel bir sözcük kullandı: Po. Bu sözcüğü evet ve hayırın yanlış olacağı durumlarda kullandı. Po evet + hayır anlamına geliyordu. Po gri renk demektir. Ne tamamen beyaz ne de tamamen siyah. Ancak şu an kullandığımız dil sadece evet ve hayıra izin veriyor.
Sevgi bölündü, yürek bölündü, zihin bölündü. Tüm batı şizofrenik bir hale geldi. Sufizm'in tüm çabası sizi bir bütün haline getirmektir. O zaman tüm ayrımlar yok olur. O zaman tüm birimler bütün olur. Hatta zihin ve yüreğiniz bile bir olur. Ve gerçeğe ulaşırsınız. Bu ancak deneyimle mümkündür.
Özgürlüğün dilini anlayamazsınız. Ancak korkunun dilini anlayabilirsiniz. İsa sadece bir hayat olduğunu söyledi, tekrar doğumdan bahsetmedi. Aynı şey Müslüman ve Yahudilerde de var. Eğer bahsetseydi rahatlayıp yaşadıkları karanlık hayattan daha da keyif alacaklardı. Böylece dönüşüm olanağı ertelenmiş olacaktı. Heyecan ve korku yaratmak için, tek bir hayat var dedi. Böylece erteleme olanağını ortadan kaldırdı.
Doğuda ise durum farklı. Hint kültürü çok eski. Yaşlı bir zihni var. Oradaki tekrar doğumun mesajı şu; yeter artık. Eğer aynı kalırsan tekerlek dönmeye devam edecek. Buradaki sıkıntıdan kaynaklanan bir felsefe.
Bana hangisi doğru diye sormayın. Her ikisi de ne doğru ne de yanlış. Bir toplum yaşlanınca İsa'nın düşüncesi yardım edemez. Batı da artık yaşlandı ve İsa'nın düşüncesi yardım etmiyor. Ve batılı zihinler yüzlerini doğuya çevirdiler. Sıkıntı felsefesi daha yardımcı oluyor.
Kıyamet günü çocukça görünüyor. Bir hayat yeterli değil. Bir insana verdiğiniz tek bir fırsatla onu nasıl yargılayabilirsiniz? Bu anlatımlar bir araçtır. Burada araç şu manaya gelir: yani ne doğrudur ne de yanlış. Eğer size bir yardımı olursa doğrudur. Size engel olursa yanlıştır.
Her din doğduğu zaman doğrudur. Zamanla durumlar değiştikçe, doğruluk payını yitirir. Sadece belli durumlara uyum sağlar. Sıkıntı ve yük olmaya, sizi boğmaya başlar. Bugün dünyada üç yüz din var ve çoğu ölü. Dinin bir araç olduğunu anlarsanız eğer şu sizin için açık olacaktır: bir araç sonsuza değin araç olarak kalamaz.
Ben de bugün araçlar yaratıyorum. Bir gün ölecekler. İşleri bittiği zaman onun ötesine geçin. Taşımayın, bağlanmayın. Çünkü bu bir intihar olur.
Gurdjieff bir sufiydi*. Batılılar onu anlayamadılar. Bir gün adamın biri gelir ve kendinden bahsetmeye başlar. Vejetaryen olduğunu, alkole ve sigaraya dokunmadığını söyler. Gurdjieff şöyle der "Benimle olmak istiyorsan her şeyi benim ellerime bırakacaksın." Adam "Tabii ki size teslim oluyorum." der.
Gurdjieff "İyi o zaman ilk yapacağın şeyler: et yemek, sigara içmek, alkol almak ve kadınlarla birlikte olmak." der.
Adam bunları duyduğuna inanamaz. Şaka olduğunu zanneder. Bir aziz nasıl olur da böyle konuşur.
Gurdjieff "Senin vejetaryenliğin vejetaryenlik değil. Sadece egonun bir parçası. Bunlar senin egonun parçası haline gelmiş. Egonu kırabilmemin tek yolu bu." der.
Adam bir süre sonra dönüşüme uğrar. Buradaki ince ego, etten ve alkolden daha zarar vericidir. Dönüşüm olduktan sonra her şey tekrar bırakılabilir.
Bazen de tersini yapar Gurdjieff. Adamda her şey vardır. O zaman onu bir oruç ve diyete sokar. O kendi yoluna kurnaz adamın yolu dedi. Birçok cesur kişiye Gurdjieff'in yardımı oldu.
Yardım etmek için tüm ustalar böyle olmak zorundadır. Fakat siz ustaların masum bakireler gibi olduğunu düşünürsünüz. Böyle olanları da vardır ama kimseye faydaları dokunmaz.
Gerçekten aydınlanmış insan iyi ve kötüden, günah ve erdemden ötede yer alır. Karşıtlığın ve ikilemin ötesindedir. Hem ikisidir, hem değildir. Sadece böyle bir insanın hayatı zengin bir hayattır. Fakat böyle bir insanla beraber olmak zordur. Çünkü sizin kendinize ait görüşleriniz, yargılarınız vardır. Üzüntü verici olan şudur; size yardımı olacak insanlardan kaçar, yardımı olamayacak olanların etkisi altına girersiniz

7

İnsan acının ve mutluluğun, cennet ve cehennemin tohumlarını içerisinde taşır. Olan her şeyin sebebi sizsiniz. İçsel nedenler temeldir, dış nedenler ikinci plandadır. Bunu anlamadan dönüşüm olanağı yoktur. Zihin sizi aldatır ve dışarıyı gösterir. Eğer sebepler dışarıda görülürse özgürleşme -moksha- olanağı olmaz. Sebepler dışarıda görülürse sonsuza değin bağlı kalırsınız.
Marks bunun tam tersini yani insanın ıstırabının sebebinin dışarıda olduğunu söyler. Dış sebepler değişirse insan mutlu olacaktır der.
Muhammed, İsa, Krişna ve Mahavira'ya göre bu teşhis yanlıştır. Sebepler içtedir, dışarısı bahanedir. Dışarıyı değiştirebilirsiniz ama iç aynı kalır. Çünkü insan içten dışa doğru yaşar.
Bir adam tanımıştım, devamlı karısının kendisine kötü, sadistçe davrandığından yakınıyor, vücudundaki yara bere işaretlerini gösteriyordu. Fakat şunu fark ettim: ne zaman bu ıstıraplı anlardan bahsetse gözleri parlıyor, canlanıyordu. Sonunda adam boşandı. Boşandığı gün ona şöyle dedim "Çok uyanık ol. Çünkü sanırım yine böyle bir kadına aşık olacaksın."
"Bir daha böyle bir kadınla evlenir miyim hiç?" diye yanıt verdi.
Aylar sonra yine aynı tip bir kadınla evlendi. Istırap dolu hikayeler yeniden başladı. O zaman ona şöyle dedim "Sana bunun mümkün olduğunu söylemiştim. Kadını seçen kim? Her zaman sadist bir kadın seçeceksin çünkü sen mazoşistsin. İşkence görmek, zarar görmek istiyorsun çünkü sen kendini sevmiyor, kabullenmiyorsun. Çevrende, senden nefret edip seni tekmeleyecek bir kadına ihtiyaç duyuyorsun." İkinci evliliği de sona erdi. Üçüncüyü yaptı ve yine aynı şeyleri yaşadı. Çünkü seçen kişi aynıydı.
Bu aynen örümcek ağı gibidir. Upanişad'lar herkesin kendi örümcek ağını içinde taşıdığını ve nereye giderse ördüğünü söyler. Cenneti ve cehennemi aynen örümcek ağı gibi içinizde taşır ve örersiniz.
Bu tekrarlama nasıl durdurulabilir? İlk etap bu tekrarlamanın varlığını kabul etmektir. Mekanik olarak hareket ediyorsunuz. Bir makine olmadığınız zaman gerçek insan ortaya çıkar. Daima bilinmeyenin içinde hareket edin.
Zihin tekrar edici bir nitelik taşır, mekaniktir, özgün değildir. Biyolojik bir bilgisayar gibidir. İnsan bunun ötesine geçmelidir. Eğer geçmezseniz, sizi devamlı engelleyecektir. Hindular bu durumdan bıkmış bir şekilde şöyle derler "Tanrım, yaşam ve ölüm tekerleğinden özgürleşeceğimiz an ne zaman gelecek." Onu bir tekerlek olarak görmeleri tekrarlama yüzündendir. Tekerlek döndükçe kendisini tekrarlar. Bu dünya da bir tekerlek gibidir. Hinduların bu dünya için kullandıkları sözcük şudur: Sansar. Sansar dönmeye devam eden tekerlek demektir.
Bu hayat yavaş yavaş gerçekleşen, uzatılmış bir ölümdür aslında. Yaşam ve ölüm tekerleği zihindir. Zihnin alışılmış şeyleri tekrarladığının farkında olun. Söylediğiniz şeylerin farkında olun. Tanık olma durumu dönüşüm demektir. Fizikçiler, ortamda bir izleyici olduğu zaman elektronların değiştiğini söylerler. Her şey canlıdır. Muazzam yaşam ve bilinç okyanusunun parçasıdır. Kendinizi izlemeye başladığınızda, yeni bir faktör katılır. Bu hayattaki en büyük faktördür. Bilinç olaya katılınca alışkanlıklar değişir.
Çın de yapılan en akıldışı ve inanılmaz şeyi söyleme yarışmasını ilk kazanan kişinin söylediği şuydu. "Bir gün bir parka gittim ve bir bankta, konuşmadan beş dakika sessizce oturan iki kadın gördüm."

6

Hz. Muhammed Hira dağına ilk çıktığı zaman "Oku, oku Allah'ın adıyla oku." sözlerini duydu. Derin bir uykudan uyanır gibiydi. Kim konuşuyor diye baktı ancak kimse yoktu. Yaşam bir kişi değil, her şeydir, bütündür. Ve okumaya başladı. O an Allah'ın adıyla şarkı söyleyip, dans etmiş olmalı. O an yürek vardı, şarkı söyleyiş vardı, kutlayış vardı.
Muhammed kabul edildi, bütünle birleşti. Bütün onunla birleşti. Damla okyanus, okyanus damla oldu. Bu durum bir insanın yükselebileceği en son nokta, zirveydi.
Fakat diğerleri yazmaya başlayınca, aynı güzelliği kalmadı. Kelimeler donuk bir hale geldi. Kuran da Veda'lar, İncil, Upanişad'lar* gibi bir kitaptır. Çok anlamlı kelimeler vardı ancak ölüydü. Hira Dağındaki anı hissedecek hale gelmedikçe Kuran'ı anlayamayacaksınız. Bu Kuran'ın yanlış olmasından değildir. Evet Kuran doğrudur. Fakat Muhammed gittikten sonra, o an varolan birlik artık orada değildi. Şu an size ne söylüyor isem doğrudur. Fakat bunu taşımayın. Sadece yaşayın ve tadına varın.
Aydınlanmak bir seçim değildir. Oturma pozisyonlarına da bağlı değildir. Sandalyede otururken de aydınlanabilirsiniz Birçok insan Himalayalar'da aydınlandı diye oraya gitmenize de gerek yok. Tanrı her yerdedir. Aydınlanmaya ulaşmak için birçok yöntem vardır. Kendi yolunuzu aramalısınız. Hangisinin size daha uygun olduğunu bulmak için birçok yöntemi deneyebilirsiniz. Zamanla kendinize uygun olan yöntemi geliştirmelisiniz. Bu aynen başparmağın eşsiz oluşu gibidir. Hiç kimsenin parmak izi birbirine benzemez. Siz kutsal olanın eşsiz imzalarından birisiniz. Genel yöntemler başlangıç için iyidir ancak zamanla kendi tarzınızı geliştirmelisiniz. Bir şeyler eklenir bir şeyler çıkarılır ve kendi tarzınız oluşur. Yol zaten orada değildir, yürümeli ve yolu yaratmalısınız. Bir usta size çalışmak için genel kurallar ve biçimler verir. Hangisi uygun veya değil bulmanız için.
Aydınlanma zorla olacak bir şey değildir. Bir gün hazır olduğunuz zaman gelir. Her şeyin mevsiminde gelişi gibi. Yapacağınız şey nasıl bekleyeceğinizi, nasıl güveneceğinizi öğrenmektir. Bazen birisi bana gelir ve hazır olduğunu söyler. Fakat ben hazır olmadığını görürüm ve onu vazgeçirmeye çalışırım. Fakat ego vazgeçmez. "Bana hemen şimdi yardım edin." der. Oysa bazen "Hazır değilim." diyen birisinin hazır olduğunu görürüm.
Bazen de bazıları için meditasyona bir süre ara vermenin iyi olacağını anlarım. Çünkü meditasyonun kendisi bir engel haline gelmiştir. Tabii bu durum o kişi için şaşkınlık vericidir. Çünkü her zaman meditasyon yapın diyorum. Buradaki çelişkiyi doğuran şey; herkesin farklı olmasıdır. Gerçek bir usta her şeyi göz önüne almalıdır. Genelleme yapmak yanlıştır.
Bir gün adamın biri Beyazıt Bestami'nin yanına gelir ve şöyle der "Otuz yılımı oruç ve ibadet ile geçirmiş olmama rağmen Tanrıyı anlamaya yaklaşamadım bile."
Beyazıt "Bunun için sana yüz yıl bile yetmez. Çünkü bencilliğin Tanrı ile aranda bir engel teşkil ediyor." der.
Eğer gerçek ibadeti biliyorsanız, sonuçlar önemli değildir. Buradaki adam hesapçı ve kurnaz. İş adamı mantalitesine sahip. Kaç yıldır ibadet yaptığını hesaplamış. Bu dünyanın adamı olmalı; hesapçı ve açgözlü. Gerçek ibadet mutluluktur, vecde gelmektir, şükran dolu olmaktır. Böyle bir ibadet kendi içerisinde bir son barındırır.
Büyük imparator Ekber Han, ünlü Hintli müzisyen Tansen'e bir gün şöyle der "Senin bu alanda son söz olduğunu düşünüyorum. Kimse seni geçemez. Ancak senin bir ustan olmalı. Ustan kimdir? Şu anda hayatta mı? Eğer yaşıyorsa onu saraya çağırmanı isterim."
Tansen yanıtlar "Evet kendisi hayatta ancak toplumsal bir insan değildir. İsmi Haridas'tır. Bir bulut gibi, bir rüzgar gibi, vahşi bir hayvan gibi yaşar. Kökleri yoktur. Evsiz bir gezgindir. Onu çağırarak müzik yaptırmak imkansızdır. Ne zaman içinden gelir hissederse çalar ve dans eder. Onu dinlemek istiyorsanız, gidip bulmalı ve beklemeliyiz."
Böylece yola çıkarlar ve nehrin kenarında ufak bir köyün yakınlarında onu bulurlar. Günlerce saklanarak beklerler. Bir gece Haridas aniden şarkı söyleyip dans etmeye başlar. Ekber Han büyülenmiştir. Kelimeler bu durumu takdir etmeye yeterli değildir. Ekber Han ağlamaya başlar. Şarkı bittikten sonra bile gözyaşları akmaya devam etmektedir.
Saraya geldiklerinde Ekber Han "Seni kimsenin geçemeyeceğini sanıyordum. Ancak ustan seninle mukayese bile edilemez. Neden bu kadar fark var?" diye sorar.
Tansen "Fark şurada. Ben müziği güç, prestij ve para için yapıyorum. Bir şeyler elde etmek için çalıyorum. O ise içinde hissettiği zaman şarkı söylüyor. İçindeki kutsal olanla dolduğu zaman, onu tutmuyor. Şarkı olarak akıtıyor, ifade ediyor. Onun şarkı söyleyişi kendi içinde bir son barındırıyor. Onun şarkı söyleyişi bir kutlayış." der.
Bu gerçek sevgi ile sahte sevgi arasındaki farka benziyor. Gerçek sevgi bir kutlayıştır. Gelecek kavramı içermez. Gerçek ibadet bir kutlayıştır. Bir çaba değildir. Kendi içerisinde bir sonsuzluğa sahiptir. Böyle bir ibadette insan hesapçı olmaz. O sizi tamamen doldurur ve akar. Şükranla dolarsınız, şikayet etmezsiniz.
Burada Beyazıt'a şikayette bulunan adam dünyasal zenginliği bir kenara bırakmış ama dünyasal kavramlar hala içinde kalmış. Ticari pazarı bırakmış ama pazar zihniyetine hala sahip. Burada önemli olan ne kadar süreyle ibadet ettiğiniz değil, yaptığınız ibadetin kalitesi. Önemli olan bilinciniz, uyanıklığınız, sevginizdir. Bu bir hesap olayı değildir.

* Upanişad: Hint kutsal kitapları. Veda'ların devamını oluşturan metinler.

5

Her türlü yargılama yanlıştır. Çünkü tüm dünya derin bir bağ, iletişim içerisindedir. Bütünü bilmeden parçayı bilemezsiniz. Her şey halkalar gibi birbirine bağlı olduğu için, bir şey başka bir şeye yol açar. Şu an hem geçmişe hem de geleceğe bağ oluşturur. Tüm yargılamalar sadece bir parçayı içerdiği için yanlıştır.
Köyün birinde yaşlı ve fakir bir adam yaşarmış. Fakat bu adamın öyle güzel beyaz bir atı varmış ki krallar bile kıskanırmış. Atı almak için muazzam fiyatlar teklif ettikleri zaman yaşlı adam şöyle demiş "Atım benim için bir dost gibidir, bir dostumu nasıl satarım? " Çok fakir olmasına ve çok fazla para teklif edilmiş olmasına rağmen atı satmamış.
Bir sabah uyandığında atını yerinde bulamamış. Tüm köy "Bak işte gördün mü atın çalındı. Aptallık yaptın ve satmadın. Böyle değerli bir şeyi sen nasıl koruyabilirsin? Onu istediğin fiyata satabilirdin ama şimdi at gitti. Çok büyük şanssızlık." demişler.
Yaşlı adam "Çok uzağa gitmiş olamaz. At zaten sabit bir hayvan değildir. Nasıl hemen böyle yargılara varabiliyorsunuz? Bunun şanssızlık olup olmadığını nasıl bilebilirsiniz? Nasıl böyle yargılara varabilirsiniz?" demiş.
Köylüler "Bizi aptal yerine koyup felsefe yapmayı bırak. Felsefeye gerek yok. Hazineyi kaybettin. Bu bir şansızlıktır." demişler.
Yaşlı adam "Tek bildiğim atın gitmiş olduğu. Hikayenin tümünü bilmiyoruz. Kim bilebilir ki bunun şansızlık olup olmadığını, bunu neyin takip edeceğini?" demiş. Köylüler, yaşlı adama gülerek onun delirdiğini düşünmüşler.
On beş gün sonra at, yanında bir düzine atla geri dönmüş. Bu sefer tüm köy tekrar toplanmış ve "Evet sen haklıymışsın biz yanıldık. Bu şanssızlık değil bir kutsanmışlık, bir şansmış demişler."
Yaşlı adam "Bunun şans olup olmadığını bilemeyiz. Tek söyleyebileceğimiz atın döndüğü ve yanında on iki at olduğu. Bir sayfayı okuyarak tüm kitap hakkında nasıl yorum yapabilir, yargıda bulunabiliriz?" demiş. Bu sefer köylüler sessiz kalmayı tercih etmişler.
Yaşlı adamın bir tane de genç bir oğlu varmış. Vahşi atlardan birini terbiye ederken bacağını kırmış. Köylüler yine toplanmış "Haklıymışsın, bu bir talihsizlikmiş. Tek oğlun vardı o da şimdi sakatlandı. Sana şimdi kim yardım edecek?" demişler. Yaşlı adam "O kadar uzağa gidip yargıda bulunmayın. Bunun şansızlık olup olmadığını bilemeyiz. Bu da sadece hikayenin bir parçası. Hayat parça parça gelir Yargı ise bütünü kapsar" diye yanıt vermiş.
Birkaç hafta sonra ülke, komşu ülke ile savaşa girmiş. Köydeki tüm gençler zorla askere alınmış. Sadece sakat olan yaşlı adamın oğlu kalmış. Bunun üzerine tüm köy büyük bir üzüntü ve ağlayışa gömülmüş. Köylüler yaşlı adama "Sen haklıydın bu bir şansmış. Oğlun sakat ama seninle, bizimkiler ise gitti." demişler. Yaşlı adam "Sizinle konuşmak imkansız. Devamlı yargılarda bulunuyorsunuz. Sadece oğullarınız zorla askere alındı. Bunun şans mı şansızlık mı olduğunu kimse bilemez. Sadece Tanrı bilir." diyerek yanıtlamış.
Tanrı bilir dediğiniz zaman bu; sadece bütün bilir manasına gelir. Hemen yargıda bulunmak, parçalar ile hemen sonuca varmaktır. Sizi aşan şeyler vardır. Fakat buna rağmen yargıda bulunursunuz. Yargılama bir engeldir. Yargılama yapmak, zamanla size yardımı olmayan bir alışkanlık halini alır.
Buda bile sizin yargılarınızdan kurtulamadı. İsa bile yargılandı ve çarmıha gerildi. Karanlık bir vadide yaşıyorsunuz. Tepeleri, rüyanızda bile göremiyor, hayal bile edemiyorsunuz. Hayal etmek bile temel bir deneyime ihtiyaç duyar. Tanrı hakkında rüya göremez hayal kuramazsınız. Çünkü rüya görmek bile bilgiden kaynaklanır.
Aydınlanmış insanlar sizden değil, yargılarınızdan zarar gördü. Yargılarda bulunmak bayat bir zihin durumu manasına gelir. Yargı ile gelişme çabası durur ve hemen sonuca ulaşılır. Hareket biter, yolculuk biter. Hareket halinde olmak tehlikeli olduğu için yargıda bulunur, hemen sonuca varırsınız. Böylece yolculuk biter. Bir insan sona doğru yolculuk istiyor ise, en temelde yapması gereken şey yargıda bulunmamaktır. Bu çok zordur, hemen hemen imkansızdır. Fakat bu durumu fark eder ve yargıda bulunmamayı denerseniz ince düzeylerden bir farkındalık yükselir ve yargılamayı durdurabilirsiniz. Yargılamayı durdurabilirseniz dindar olursunuz. Böylece neyin doğru neyin yanlış olduğunu bilmezsiniz.
Fakat dindar diye çağrılan sıradan insanlar her şeyi bilirler. Ne doğru ne yanlış, ne yapılmalı ne yapılmamalı. Tüm yorumlara sahiptirler. Bu yüzden derisi kalın olurlar. Yolculukları ve büyümeleri sona erer. Nehir artık akmaz olur ve bayatlarlar. Sadece hareket ile büyümek mümkündür. Çünkü Tanrı durgun bir nokta değildir. O hayatın bütün hareketlerinin toplamıdır. Tanrı ile beraber yürümek istiyorsanız aralıksız bir şekilde, hareket halinde olmalı ve yolculuğa devam etmelisiniz. Bu yüzden yolculuk hiç bitmez. Bir yol biter, başkası başlar. Bir kapı kapanır diğeri açılır.
Siz macerayı unuttunuz. Kendinizi rahat, konforlu evlere kapattınız. Ulaştığınız yargılar da size bir rahatlık sağladı. Şimdi pencereden dışarı bakmaya korkuyorsunuz. Bu yüzden bir kör gibi davranıyorsunuz. Bir plak gibi aynı şeyi çalıp duruyorsunuz. Zamanla sıkıntı bu durumun bir parçası haline geliyor. Sadece gözleri açılan bir insan sıkılmaz.
Hayat aslında çok mucizevi ve inanılmazdır. Her an çevrenizde milyonlarca mucize oluyor. Fakat siz kapalı gözler ve yargılar ile yaşıyorsunuz. Birisi, bir çiçeğin yanından geçerken size "Ne güzel değil mi?" der ise, bakar gibi yaparak ama aslında bakmadan "Evet çok güzel." dersiniz. Aslında bu yanıt geçmişe ait bir plak kaydıdır. Aynı şeyi birçok kere söylediniz. Çiçeğin güzelliğini görmeden söylenmiş, klişeleşmiş bir laftır bu.
Fakat zihin kurnazdır ve sadece bilgi ister. Aksi takdirde kendini güvende hissetmez. Birçok bilgiyle dolar ve kendini her şeyi biliyormuş gibi hisseder. Ego güçlenir. Bilgi zihnin yiyeceğidir. Cahillik ise egonun ölümüdür. Egonun ölümü sizin yaşamanız, egonun yaşaması sizin ölümünüzdür.
Bir yere bağlı olmayın. Köksüz, kimliksiz, evsiz bir gezgin yani sanyasin olun. Bir sanyasin bilinmeyenle yaşar, anlık yaşar ve her sürprize açıktır. Fakat siz her şeyi bildiğiniz için sizi hiçbir şey şaşırtmaz. Nasıl bir şey size sürpriz gibi gelebilir ki? Bir şeyleri bilmeden yaşar iseniz her şey size şaşırtıcı, bir sürpriz gibi gelebilir. Yaratılışta her an yeni bir durumdur. Bunun tadına varır veya kaçırırsınız. Herakles şöyle demiştir "Aynı nehirden iki kere geçemezsiniz."
Her şey yeni ve özgündür fakat sizin zihniniz yaşlıdır. Eğer anı yaşarsanız tüm her şey farklı görünür. Yargılarda bulunup kendinizi bilgi hapishanesine kapatmayın. Özgür, köksüz ve evsiz kalın. Bunlar semboldür. Evsiz bir sanyasin; geçmişle bağı kalmamış, geçmişle olan köklerini koparmış manasına gelir. Ben size evsiz olun dediğim zaman bunu yanlış algılamayın. İçinizde köksüz ve geçmişle bağlarınızı koparmış olun.
Nasrettin Hoca bir gün dava gereği mahkemeye gelir. Hakim kaç yaşında olduğunu sorunca, kırk yaşında olduğunu söyler. Hakim şaşırır ve "Beş yıl önce geldiğin zaman da kırk demiştin nasıl oluyor bu?" der.
Nasrettin Hoca "Ben sözünde duran bir insanım. Bir kere kırk dediysem sonsuza kadar kırk demektir. Bana güvenebilirsiniz hakim bey" diyerek yanıt verir.
Zihin zamandır, bilinç ise sonsuzluktur. Zihin bir andan diğerine yatay bir hareket halindedir. Bir tren gibi geçmiş ve gelecekten oluşan kompartımanları vardır. Bilinç ise dikeydir. Geçmişten gelip geleceğe hareket etmez. Bir an, dikey olarak en dibe iner veya dikey olarak en yükseğe çıkar. Hıristiyanlıktaki haç aslında ne manaya gelir? Haç bir semboldür. Dikey ve yatay çizgilerin karşılaşması. İsa'nın elleri yatay açıktır. Geri kalan tüm varlığı dikeydir. Eller hareketi sembolize eder. Hareket zamana aittir. Bedeni ise dikeydir ve zaman ötesidir. İsa elleri yatayken, yani zamanın içerisindeyken çarmıha gerildi.
Fiziksel veya zihinsel her hareket zamanın içerisinde yer alır. Varlığınız ise dikeydir. Yargılarda bulunduğunuz zaman yatay olarak hareket eder ve onunla daha fazla özdeşleşirsiniz. Çünkü yargılama için geçmişe ihtiyaç vardır. Yoksa nasıl yargılayacaksınız? Bir yerlerden kriter getirmeniz lazım.
Bu yüz çok güzel dediğiniz zaman nasıl yargıya vardığınızı düşünün. Güzelliğin ne olduğunu biliyor musunuz? İnsanların güzel yüz hakkında birçok konuşmalarını duydunuz. Filmler seyrettiniz, romanlar okudunuz. Güzelliğe ait bir sürü anı biriktirdiniz. Güzellik aslında çok belirsiz bir kavramdır. Onu tanımlayamazsınız. Siz sadece geçmişi taşıyorsunuz.
Eğer geçmişi taşımazsanız, güzelliğin tamamen değişik bir niteliği ortaya çıkar. Zihninizden kaynaklanmayan, yargılardan kaynaklanmayan. O an tüm yargılar yok olur. O an kişi ne güzeldir, ne de çirkin. Bilinmeyen, esrarengiz bir durum vardır.
Zihinle sevgi de mümkün olmaz. Zihinle sadece seks mümkündür. Zihinle hareket oluşur, yataydır. Seks bir hareket niteliğidir. Sevgi hareket değildir. Varoluş durumudur ve dikeydir.
Biçimin güzelliğini görmeniz aslında biçimsizin güzelliğini görmektir. Bedenin güzelliğini görmek aslında ruhun güzelliğini görmektir. Çevrenin güzelliği, merkezin güzelliğidir.
Bir ağacın yanına gider ve ona yargı içeren bir dokunuşta bulunursanız aslında ağaç orada değildir. Yargı içermeyen bir dokunuş ile sıradan bir ağaç bile bodhi ağacına dönüşür. Ağaçtan size doğru sonsuz bir şefkat akar. Ağaç sizinle birçok sırrını paylaşır.
Bir şeyi yargılayıp mahkum etmek kolaydır. Yargılamayı bırakın, zihni bir kenara koyun. Bir gün birisi bana geldi ve şöyle dedi "Öğrettiğiniz meditasyon yöntemleri yanlış. Patanjali* bunlardan Yoga Sutra'larında hiç bahsetmemiş. Böyle yöntemleri hiç duymadık. Hatha**, Raja***, Bhakti**** Yoga da değiller. Bunları nereden yaratıyorsunuz? Sizin otoriteniz nedir?" Adama sordum "Sen hiç meditasyon yaptın mı, nedir biliyor musun?" diye. "Hayır" dedi. Ben de "Peki bilmediğin bir şeyi nasıl yargılıyorsun bu sence doğru mu?" dedim. Bir gün başka birisi de gelerek "Bu söyledikleriniz sizin hayalleriniz olmalı. Kutsal metinler Kali Yoga'da***** olduğumuzu ve kimsenin bu çağda aydınlanamayacağını söylüyorlar. Teknoloji çağındayız, kimse aydınlanamaz. Siz nasıl aydınlanmış olabilirsiniz? dedi. Ben de ona "Bana bak, beni izle, yaklaş, içten ol ve hisset." dedim. Böyle bir şeye hazır değildi ve ben kendimi kandırıyor olmalıydım. Bu sadece bana olan bir şey değil. Aynı şey Buda'ya da oldu. Ona "Sen nasıl aydınlanmış olabilirsin? Bunun için milyonlarca hayat gerekli. Bu imkansız. Hayal görüyor olmalısın." dediler.
Bilgi sahibi olmak ile bilmek farklıdır. Bilgi sadece hafızanın bir parçasıdır, bilmek ise varlığınızın parçasıdır. İnsanlar bilmedikleri şeyler hakkında akıl veriyorlar. Zaten dünyada şu iki şey sonsuz: İnsanların aptallığı ve Tanrının şefkati.

* Patanjali: Yoganın mimarı olarak kabul edilen Hintli aziz.
** Hatha Yoga: Bedensel hareketleri temel alan yoga türü.
*** Raja Yoga: Meditasyon ve farkındalığı esas alan yoga türü.
**** Bhakti Yoga: Adanmış eylem, bağlılık ve sevgiyi esas alan yoga türü.
***** Kali Yuga: Hint kutsal metinleri Veda'lara göre insanların döngüsel olarak yaşadığı dört çağdan birisi. Karanlık çağ, cehalet çağı gibi anlamlar taşır. Bu çağda insanlar özden uzak, maddeyle özdeşleşerek, kısa ve mutsuz hayatlar yaşarlar.