Hayali Bir Yarın İçin Bugünü Feda Etmek
Dedemin öldüğü günden beri ölüm benim için daimi bir refakatçi haline geldi. O gün ben de onunla öldüm çünkü bir şey kafamda kesinlik kazandı; yedi yıl da yetmiş yıl da yaşasan ne farkeder? Bir gün mutlaka öleceksin.
Onun kadar iyi, onun kadar güzel bir insan öylece ölüvermişti. Yaşamın anlamı neydi öyleyse? Bu bana işkence eden bir soruya dönüşmüştü; yaşamın anlamı neydi? Eline ne geçmişti? Onca yıl iyi bir insan olarak yaşamıştı ama, ne için? Öylece bitivermişti işte, ardında hiçbir iz kalmaksızın. Onun ölümü beni son derece ciddileştirmişti.
Dedemin ölümünden önce de ciddi biriydim. Henüz dört yaşındayken insanların ömürlerinin sonuna kadar ertelemeyi başardıkları sorular hakkında düşünmeye başlamıştım bile. Ertelemeye inanmıyordum. Bu konularda dedeme sorular sormaya başladığımda bana, "Bu soruları sormak için önünde koskoca bir ömür var. Hiç acele etme. Hem bunları düşünmek için daha çok küçüksün." demişti.
Ona, "Köyde küçük çocukların öldüğünü gördüm." diye yanıt verdim. "Bu soruları sormadıkları için, yanıtlarını da alamadan öldüler. Bana yarın ya da öbür gün ölmeyeceğime dair garanti verebilir misin? Yanıtları bulmadan önce ölmeyeceğimi garanti edebilir misin?"
Bunun üzerine şöyle dedi: "Böyle bir şeyi garanti edemem çünkü ne ölüm ne de yaşam benim elimde olan şeyler değil."
"O zaman," dedim, "bana bu soruları ertelememi öğütleme. Yanıtları hemen bulmak istiyorum. Eğer bunları biliyorsan bana bildiğini söyle ve yanıtları ver. Bilmiyorsan da cehaletini kabul etmekten çekinme."
Kısa sürede benimle başka bir şansı olmadığını farketti. Ya evet diyecekti, ki bu kolay değildi, çünkü evet derse bu kez derin ayrıntılara inmesi gerekecekti ve beni kandırmak imkansızdı. Ya da hayır diyecekti ve o da bunu seçip bu konudaki cahilliğini, yanıtları bilmediğini kabul etmeye başladı.
Ona şöyle dedim: "Sen yaşlısın, yakında öleceksin. Yaşamın boyunca ne yaptın? Ölüm anında elinde cehaletten başka hiçbir şey olmayacak. Bunlar önemsiz meseleler değil, hayati sorular. Tapınağa gidiyorsun. Neden? Orada bulduğun bir şey mi var? Tüm hayatın boyunca gittin ve beni de seninle gelmeye ikna etmeye çalışıyorsun." Tapınağı kendisi yapmıştı. Bir gün gerçeği itiraf etti: "Tapınağa gidiyorum çünkü onu ben yaptım. Ben bile gitmezsem kim gidecek? Ama senin huzurunda, bunun beyhude olduğunu kabul ediyorum. Bütün ömrüm boyunca oraya gittim ama bu bana hiçbir şey kazandırmadı."
"O zaman başka bir şey dene." dedim. "Soruyla birlikte değil de yanıtıyla birlikte öl." Ama soruyla öldü.
Ölmeden yaklaşık on saat önce bana şöyle dedi: "Sen haklıydın, ertelemek doğru değil. Şimdi kafamdaki tüm sorularla birlikte ölüyorum. Unutma, bütün tavsiyelerim yanlıştı. Sen haklısın, hiçbir şeyi erteleme. Kafanda bir soru belirdiği zaman, yanıtını en kısa zamanda bulmaya çalış."


1. Bölüm
Yaşamda Kesin Olan Tek Şey Ölümdür
"Tekeri Durdurun!"
Annemin babası aniden hastalandı. Henüz ölme vakti gelmemişti. Yaşı elliden fazla değildi, belki daha bile gençti, belki benim şu anda olduğumdan daha gençti. Anneannem ise yalnızca elli yaşında, olgunluk ve güzelliğinin doruğundaydı.
Ona sordum, "O öldü. Onu seviyordun, neden ağlamıyorsun?"
"Çünkü sen varsın" diye yanıt verdi. Öyle bir kadındı ki, "Bir çocuğun önünde ağlamak istemem" diye devam etti. "Hem seni teselli etmek istemiyorum. Şimdi ben ağlamaya başlarsam, doğal olarak sen de ağlayacaksın. O zaman kim kimi teselli edecek?"
İçinde bulunduğumuz durumu tarif etmeliyim; bir kağnıyla dedemin köyünden babamın köyüne doğru gidiyorduk çünkü tek hastane oradaydı. Dedem çok hastaydı. Yalnızca hasta değil, aynı zamanda bilincini yitirmiş durumda, neredeyse komadaydı. Yanında anneannem ve benden başka kimse yoktu. Onun bana karşı duyduğu şefkati anlayabiliyorum. Benim için çok sevdiği kocasının ölümünde bile ağlamadı çünkü yanında yalnızca ben vardım ve ondan başka beni teselli edebilecek kimse yoktu.
Ona şöyle dedim, "Endişelenme. Sen gözyaşlarını tutabilirsen ben de tutabilirim." Ve ister inanın ister inanmayın, yedi yaşında bir çocuk olduğum halde gözyaşlarıma hakim oldum.
O bile şaşırmıştı. "Ağlamıyorsun?", diye sordu.
"Seni teselli etmek istemiyorum." diye yanıt verdim.
Kağnıda bulunanlar olarak tuhaf bir gurup oluşturuyorduk. Kağnıyı Bhoora kullanıyordu. Efendisinin öldüğünün farkındaydı ama dönüp bakmıyordu çünkü yalnızca bir uşaktı ve özel işlere burnunu sokmak istemiyordu. Bana söylediği de buydu, "Ölüm mahrem bir şeydir, nasıl dönüp de bakabilirdim? Oturduğum yerden her şeyi duydum ve ağlamak istedim. Onu o kadar çok severdim ki... Kendimi yetim kalmış gibi hissediyordum ama dönüp bakamıyordum çünkü bunu yapsam beni asla affetmezdi."
Tuhaf bir yol arkadaşıydı. Dedemse kucağımda yatıyordu. Yedi yaşında bir çocuk olarak ölümle başbaşaydım, hem de yalnızca birkaç saniyeliğine değil, kesintisiz olarak yirmi dört saat boyunca. Yol olmadığı için babamın köyüne ulaşmak çok güçtü. Oldukça yavaş ilerliyorduk. Dedem de öyle öldü, yavaş yavaş ve biz ölümü sırasında birlikte yirmi dört saat geçirdik. Ölümün gerçekleşmesini hissedebiliyor ve o muazzam sessizliğini algılayabiliyordum.
Ninemle birlikte olduğum için şanslıydım. O yanımda olmasaydı belki de ölümün güzelliğini kaçırabilirdim çünkü ölüm ve sevgi birbirine inanılmaz derecede yakındır, hatta aynıdırlar. Ninem beni seviyordu ve ölüm yanıbaşımızda yavaş yavaş gerçekleşirken sevgisiyle beni sımsıkı sarıyordu.
Kağnının sesi hala kulaklarımda. Tekerleklerin taşlara çarparken çıkardığı sesi, Bhoora'nın sürekli öküzlere bağırışını ve kamçının sırtlarına inişini hala duyabiliyorum. Bu deneyim içimde öyle derinlere kök salmış ki, sanırım öldüğümde bile silinmeyecek. Ölürken bile o kağnının sesi kulaklarımda çınlayabilir.
Daha önce insanların öldüğünü duymuştum, ama yalnızca duymuştum. Böyle bir şeyi görmemiştim, gördüysem bile benim için hiç bir şey ifade etmemişti. Çok sevdiğiniz biri ölene dek ölümle tam olarak karşılaşamazsınız. Bunun altı çizilmeli: ölümle yalnızca sevdiğiniz biri ölünce gerçekten yüz yüze gelirsiniz.
Sevgi ve ölüm sizi çevrelediğinde bir dönüşüm gerçekleşir, adeta yeni bir varlık doğuyormuşçasına büyük bir değişim meydana gelir. Bir daha asla eskisi gibi olamazsınız. Ancak insanlar gerçekten sevmeyi bilmedikleri için ölümü benim deneyimlediğim gibi yaşayamazlar. Sevgi olmadan ölüm size varoluşun anahtarlarını vermez. Sevgiyle birlikte ise varolan her şeyin anahtarını size uzatır.
Benim ölümle ilk karşılaşmam kolay bir deneyim değildi. Bir çok açıdan karmaşıktı. Çok sevdiğim, baba yerine koyduğum adam ölüyordu. Beni mutlak bir özgürlükle, hiçbir baskı, buyruk ya da kısıtlama olmaksızın büyütmüştü. Bir gün bile bana "Şunu yapma, bunu yapma" dememişti. Ancak şimdi onun güzelliğini kavrayabiliyorum.
Onu seviyordum çünkü o da benim özgürlüğümü seviyordu. Yalnızca özgürlüğüme saygı gösterildiği zaman sevebilirim. Pazarlık yapmak, sevginin karşılığını özgürlüğümle ödemek zorunda kalırsam, bu benim için gerçek sevgi değildir. Bu bilenlere göre değil daha alt seviyedeki fanilere göredir.
"Tanrım, bana verdiğin bu yaşamı sana şükranla teslim ediyorum." Bunlar dedemin ölürken söylediği son sözlerdi. Oysa ki Tanrı' ya hiçbir zaman inanmamıştı ve Hindu bile değildi.
Ölürken söyledikleri şeyler arasında sürekli tekrar ettiği bir cümle vardı: "Tekeri durdurun..." Dedem ölürken bizden tekeri durdurmamızı istiyordu, ne kadar saçma! Hastaneye yetişmemiz gerekiyordu ve tekerler durursa ormanda tamamen kaybolmuş olacaktık.
Bana şöyle dedi, "Tekeri durdurun. Rajah, beni duyamıyor musun? Ninenin kahkahasını duyabildiğime göre sizin de beni duyabilmeniz lazım."
"Ninemin kahkaha atması seni endişelendirmesin." diye yanıt verdim. "Onu tanırım. Senin söylediğin şeye gülmüyor bizim aramızda başka bir şeye, ona yaptığım bir espriye gülüyor."
"Tamam, " dedi. "Senin anlattığın bir şeye gülmesi çok doğal. Peki ya chakra, teker ne olacak?"
Şimdi neden söz ettiğini anlamama karşın, o zamanlar bu terimlere tamamıyla yabancıydım. Tekerin simgelediği şey, Hintlilerin en büyük saplantısı olan yaşam-ölüm döngüsüydü. Binlerce senedir insanların yapmaya çalıştığı tek şey budur: bu tekeri durdurmak. Dedemin durdurmamızı istediği de kağnının tekeri değildi. Onu durdurmak zaten kolaydı, hatta zor olan dönmesini sürdürebilmekti.
O zaman dedemin neden bu kadar ısrar ettiğini anlamamıştım. Belki de kağnının bozuk yolda çıkardığı büyük gürültüden rahatsız olmuştu. Her şey sallanıp duruyordu ve o da acı içinde kıvrandığı için doğal olarak tekeri durdurmamızı istiyordu. Ama bu söylediği ninemi güldürmüştü. Neden güldüğünü şimdi anlıyorum. Bahsettiği şey Hint saplantısı haline gelmiş, simgesel olarak yaşam-ölüm tekeri olarak adlandırılan kısacası sürekli dönüp duran o tekerdi.
Dedem bu yüzden "Tekeri durdurun" diyordu. Elimde olsaydı bu tekeri durdururdum, yalnız onun için değil dünyadaki tüm insanlar için. Yalnızca durdurmakla da kalmayıp, bir daha asla kimse onu döndüremesin diye yok da ederdim. Ama böyle bir şey elimde değil.
Fakat böyle bir saplantının nedeni nedir? Dedemin ölüm anında tüm yaşamımı belirleyecek bir çok şeyin farkına vardım. Eğilip kulağına, "Dede, ölmeden önce bana söyleyeceğin bir şey var mı? Son bir sözün? Ya da bana verebileceğin, seni hatırlatacak bir şeyler?" diye sordum.
Yüzüğünü çıkarıp avucuma koydu. O yüzük her zaman bir gizeme sahipti. Dedem yaşamı boyunca kimseye yüzüğün içinde ne olduğunu göstermemiş, kendisi ise sık sık bakmıştı içine. Yüzüğün iki yanında içine bakabileceğiniz cam pencerecikler, üzerinde ise bir elmas vardı. Kimseye o pencereciklerden baktığı şeyi göstermemişti. Yüzüğün içinde Mahavira'nın heykeli vardı ve gerçekten çok güzel ve küçüktü. İçerdeki Mahavira'nın küçük bir resmi olmalıydı, yandaki pencereler ise büyüteçti ve resmi gerçekten büyükmüş gibi gösteriyorlardı.
Gözyaşları içinde bana, "Sana verebilecek başka hiçbir şeyim yok çünkü sahip olduğun her şey bir gün senin de elinden alınacak, tıpkı benim elimden alındığı gibi. Sana yalnızca kendini bilen kimseye karşı duyduğum sevgiyi verebilirim dedi."
Yüzüğü saklamadığım halde dedeme verdiğim sözü tuttum ve o kimseyi tanıdım. Onu bir yüzüğün içinde değil kendi içimde tanıdım. Zavallı yaşlı adam ustası Mahavira'yı seviyordu ve bu sevgiyi bana geçirdi. Ustasına ve bana karşı beslediği sevgiye saygı duyuyorum. Dudaklarından dökülen son sözcükler şunlar oldu: "Endişelenme çünkü ben ölmüyorum".
Hepimiz başka bir şey söyleyecek mi diye bekledik ama hepsi buydu. Gözleri kapandı ve artık yoktu.
Ninem elimi tutuyordu ve ben son derece şaşkın ve ne olup bittiğini kavrayamaz halde ama tamamıyla da anın içindeydim. Dedemin başı kucağımdaydı. Ellerimi göğsüne koydum ve yavaş yavaş soluk alıp verişi sona erdi. Soluk almadığını hissettiğimde nineme dönüp, "Üzgünüm nine, ama galiba artık nefes almıyor." dedim.
"Hiç merak etme." diye yanıt verdi. "Yeterince yaşadı, daha fazlasını istemek anlamsız olur. Unutma çünkü unutulmaması gereken anlar vardır; daha fazlasını isteme. Ne varsa o yeterli olandır."
Hala o sessizliği hatırlıyorum. Kağnı bir nehir yatağından geçiyordu. Her ayrıntıyı net bir şekilde hatırlıyorum. Ninemi rahatsız etmemek için hiçbir şey söylemiyordum. O da tek kelime etmiyordu. Bir kaç dakika böyle geçti ve onun için endişelenmeye başlayıp, "Bir şeyler söyle, bu kadar sessiz olma, dayanamıyorum."dedim.
İnanır mısınız, benim için bir şarkı söylemeye başladı! Ölümün kutlanması gereken bir şey olduğunu o zaman anladım. Dedeme ilk aşık olduğunda söylediği şarkıyı söyledi.
Ayrılığın kendine özgü bir güzelliği vardır, tıpkı kavuşmanın olduğu gibi. Ayrılığın kendine özgü bir şiirselliği vardır, kişinin onun dilini öğrenmesi ve derinliği içinde yaşaması gerekir. O zaman üzüntünün içinden bambaşka türde bir sevinç doğacaktır. İmkansız gibi görünse de bu gerçekleşebiliyor, başıma geldi, biliyorum.

ÖNSÖZ öö

ÖNSÖZ
OSHO VE ÖLÜMÜN ANLAMI
Ölüm, bir gazetenin ölüm ilanlarına baktığınızda genel bir olaya dönüşebilir ama özünde çok özel bir durumdur. Kesinlikle özel ve mahrem olan iki deneyim vardır: ölüm ve rüya görmek. Kimse benim yerime ölemez ve kimse benim yerime rüya göremez. Osho'nun görüşüne göre, ölümü anlayabilmek, kişinin tinsel gelişimi için büyük bir önem taşır.
Yaşam ve ölüm olguları Batı'da birbirinin karşıtı, birbirini dışlayan iki unsur olarak görülür. Ölüm bir korku nesnesi, bir tabu, üzerinde konuşmaktan kaçınılan bir konudur. Bir din profesörünün bir keresinde söylediği gibi: "Artık cinsellik rahatlıkla tartışılabilen, ölüm ise müstehcen bir konuya dönüştü." Bir çok Batılı filozof, özellikle Varoluşçu düşünürler ölüm üzerine kafa yormuşlardır. Jean Paul Sartre'a ait bir cümle, Batının ölüme bakış açısının tipik bir örneğidir: "Yaşama anlam veren şey asla ölüm olamaz; o tam tersine prensipte yaşamın tüm anlamını silen şeydir." Osho'nun bakış açısı ise tamamen farklıdır. O şöyle der:
"Ölüm yaşamın karşısında değildir; o yaşamı sona erdirmez, yalnızca onu güzel bir zirveye taşır. Yaşam ölümden sonra bile devam eder. Doğumdan önce de varolduğu gibi, ölümden sonra da varolmaya devam edecektir. Yaşam doğumla ölüm arasındaki küçük boşlukla sınırlı değildir, aksine doğum ve ölümler, yaşamın sonsuzluğunda küçük bölümlerdir."
Batı'da ölüm kötülükle bağlantılı ve özünde olumsuz bir karaktere sahip olarak algılanır. Yaşam ve ölüm karşıtlık içinde görülür. Bunun temelinde Aristo mantığındaki 'ya o ya da bu' ama her ikisi birden değil görüşü yatar: A eşittir A, A olmayan ise A'nın karşıtıdır. Bu ikici kavrama göre örneğin kürtaj karşıtı olmayan herkes kürtaj yanlısıdır. Aynı şekilde ölüm de yaşamın karşıtıdır. Bunun sonucu olarak genç kalmak gitgide daha fazla önem kazanırken, yaşlandığını gizlemek, yaşlılık konusunda savunmacı ve af dileyici bir tavır takınmak da zorunlu hale gelmektedir.
Doğu ise ölüm konusunda daha dinamik bir görüşe sahiptir; bu A'nın hem A'ya hem de daha fazlasına eşit olduğuna dair bütünsel bir inanıştan kaynaklanıyor. Doğu hiçbir şeyin mutlak olmadığına, her şeyin göreceli ve devinim halinde olduğuna inanır. Artık çağdaş bilim, tıp biliminde ortaya çıkan yeni anlayış, sosyal bilimlerde dallar arası geçişliliği destekleyen yaklaşımlar tümüyle gerçeği değerlendirirken 'ya o ya da bu' yerine "her ikisi de" yaklaşımının önemini ve geçerliliğini tanımaya başladılar.
Osho Doğu'nun ölümü de içeren yaşam bakış açısını anlatıyor. O yaşamı anlayabilmek, yalnızca varolmak değil, gerçekten yaşayabilmek için, kişinin ölümü tanıması gerektiğine işaret ediyor. Kişinin ölümden korkmaması ya da ona karşı zafer kazanma yollarını aramaması gerektiğini, yalnızca onu bilmesi gerektiğini, bu bilmenin kendi içinde ölümün gerçek anlamını açığa çıkaracağını söylüyor. Osho yaşam ve ölümün daha büyük bir yaşam bütünlüğünün, kozmik bir yaşamın parçaları olduğu görüşünü getiriyor. Her soluk alışımızda yaşıyoruz ve verdiğimiz her solukla ölüyoruz ama Osho'ya göre ikisi de uyum içinde işliyor. O, döllenme anından itibaren ölmeye başladığımız, o andan itibaren ölüme doğru gittiğimiz düşüncesini sunuyor. Bir tohum çiçeğe dönüşür, biz buna çiçeklenme, büyüme deriz. Aynı şekilde, ona göre, doğum da ölüme doğru büyüyor.
Osho şu gerçeğe dikkatimizi çekiyor: her an ölebileceğimize göre ölüm her zaman burada ve şu andadır. Yaşam ve ölüm ayrı değildir, bir madalyonun iki yüzü gibidirler. Osho'ya göre ölüm gelecekte değildir; her an yaşanmaktadır; gelecekte olduğunu söylemek şu anı görmemezlikten gelip, yanılsama içinde yaşamayı sürdürmek demektir. Onu geleceğe erteleme nedenimiz, egomuzun, "Ben" olma duygumuzun öleceğini asla kabul edememesidir. Bu yüzden Osho, ölümü anlamanın bir yolunun da egonun yaşamın merkezi olmadığını, asıl merkezin bilinç olduğunu kavramak olduğunu anlatır. Ve ölüm bilincimizi asla öldüremez; o sonsuzdur. Ölüm yalnızca kişinin varoluşunu yönlendirmeye başlayan egoist varsayımı öldürür. Bu nedenle ölüm olgusu kendi içinde bir çelişki taşır: ölüm gerçeğinden daha büyük bir gerçek yoktur, her şey ona bağlıdır. Aynı şekilde ölüm diye bir şey de yoktur çünkü ego ve fiziksel beden ölse bile bilinç kurtulur ve yaşamını sürdürür.
Peki ölmeden önce ölümü tanıyabilir miyiz? Osho'ya göre bu mümkündür. Bunu başarabilmek için, o meditasyonu önerir. Kişi yalnızca meditatif bir durumdayken ölümü deneyimleyebilir. Osho şöyle der:
"Meditasyon ve ölüm oldukça benzer deneyimlerdir. Öldüğünüz zaman egonuz yokolup geriye yalnızca saf benliğiniz kalır. Aynı şey meditasyonda da gerçekleşir: katıksız egonun yokolup, yalnızca saf oluşun, varlığın kalışı. Bu benzerlik öylesine derindir ki, insanlar ölümden korktukları gibi, meditasyondan da korkarlar. Yani farklı bir deyişle, meditasyondan korkmazsanız, ölümden de korkmazsınız.
Meditasyon sizi ölüme hazırlar. Ölmeden önce ölümü tanımanızı sağlar. Ve bir kez ölmeden önce öldüğünüzde' ölüm korkusu sonsuza dek kaybolacaktır. Ölüm sizi almaya geldiğinde, varlığınız üzerinde bir sıyrık bile bırakamayacağının bilinciyle sessizce onu izliyor olacaksınız. O yalnızca bedeniniz ve zihninizi alacak, sizi değil. Siz ölümsüz yaşama aitsiniz."
Swami Satya Vedant (D. Vasant Joshi)
M.A.,Ph.D.University of Baroda, Hindistan Ph.D. University of Michigan, ABD Osho Multiversity Rektörü, Pune.