Uyan ve Şarkı Söyle

Sevgili OSHO,
Ölümün kesinliği karşısında rahatlamak nasıl mümkün olabilir?
Öncelikle, insan ancak ölüm kesinlik kazandığında rahatlayabilir. Bazı şeyler havada kaldığı zaman kişi rahat olamaz. Eğer bugün, öleceğinizden emin olsanız, ölüm korkunuz tamamen yokolur. Artık zaman kaybetmenin ne anlamı vardır ki? Yaşamak için yalnızca bir gününüz kalmışsa o günü tüm yoğunluğu ve bütünlüğüyle yaşamak istersiniz.
Bu birinin başına gerçekten gelmiş, doktoru ona, "Yalnızca altı aylık ömrünüz kaldı, bir gün bile fazlası değil. Bu yüzden bitirmeniz gereken bir şeyler varsa bitirin. Hep yapmak istediğiniz bir şey kaldıysa onu yapın." demiş.
Adam çok zenginmiş ve her zaman kafasında bir gün dünyayı dolaşıp tüm görülecek yerleri gezme fikri varmış. Fakat sürekli, bir sürü sorun yüzünden bu planını ertelemek zorunda kalıyormuş. Ancak artık erteleyecek zamanı yokmuş. Kendisi için güzel giysiler sipariş etmiş. İnsanlar onu hiç böyle gösterişli biri olarak tanımamışlar. Artık en iyi yemekleri yiyor, yaşadığı şehirdeki en güzel evde oturuyormuş. Tüm işlerini de sona erdirmiş. Onları sürdürmenin ne anlamı varmış ki? Zaten kalan altı ayı boyunca krallar gibi yaşayacak paraya sahipmiş.
Tüm dünyayı dolaşıp, en güzel yerleri gezmiş, en güzel insanlarla tanışmış. Aslında kısacası ölmeyi unutuvermiş. Geri döndüğü zaman altı ay çoktan geçmişmiş. Teşekkür etmek için doktora gitmiş.
Doktor ona, "Sen hala hayatta mısın? Nasıl başardın bunu, yakalandığın hastalık öyle ölümcüldü ki seni altı ay içinde öldürmüş olması gerekiyordu?" diye sormuş.
Adam şöyle yanıt vermiş, "Öleceğim bir kez kesinleştikten sonra ölüm bir sorun olmaktan çıkıp kesin bir veriye dönüştü. Yalnızca altı aylık ömrüm kaldığına göre olabildiğince çok boyutlu yaşamak istedim. Ve böyle yoğun ve tam yaşadığım için, herhalde zamanı gelince ölmeyi unuttum."
Doktor onu muayene edip hastalığından iz kalmadığını görmüş. O altı ay boyunca yaşamın öylesine rahatlıkla ve derin bir sevinçle tadını çıkarmış ki hastalık bile yok olmak zorunda kalmış!
Ölümün kesinlik kazanması olabilecek en hayırlı şeylerden biridir. Ve ölüm tüm insanlık için hiç bu kadar kesin olmamıştır. Aslında insanlar savaş malzemeleri üretmeyi bırakıp, komşularıyla savaşmak yerine onlarla birlikte şarkılar söyleyip, dans etmeye başlamalıdır. Bunca az zaman kalmışken, bunu kavga dövüş için harcamak doğru olmaz. İnsanlar tüm din ayrımlarını, komünizm, sosyalizm ve faşizmi bir kenara bırakmalıdırlar. Yeterince zaman varken bu farklılıklar faydalı olabilir ama artık zaman çok daralmış, Hıristiyan, Hindu ya da Müslüman olmanın getirdiği farklılıklara zaman kalmamıştır.
Zamanın darlığı ve küresel bir ölümün kesinliği tek başına bir dönüşüme yol açabilir. Büyük olasılıkla kendinizi başka biriyle aynı durumda bulduğunuz zaman farklı milletlere, farklı dinlere ayrılmış olmak ve bu yüzden sürekli savaşıyor olmak anlamını yitirecek, bu güzel gezegenin keyfini ilk kez olarak beraberce çıkarma olasılığı doğacaktır.
Ölüm hiç gelmeyebilir de, ölüm yoğunluk ve bütünlük dolu yaşayan insanlara dokunamaz. Ölüm gelse bile böyle yaşamış olan insanlar onu sevinçle karşılar çünkü ölüm büyük bir rahatlamadır. Öyle tam ve yoğun yaşadıkları için yorulduklarından, ölüm de bir dost gibi gelecektir. Tüm bir günün yorgunluğundan sonra gece, dinlenmemiz, güzel bir uyku çekmemiz için nasıl geliyorsa, ölüm de öyle gelecektir. Ölümün hiçbir çirkin tarafı yoktur; aslında ondan daha temiz bir şey bulamazsınız.
Eğer ölüm korkusu mevcutsa, bu yaşamla ilgili doldurulamamış bazı boşluklar olduğunu gösterir. Bu yüzden bu korkular oldukça belirleyici ve yardımcıdır; dansınızın biraz daha hızlanması gerektiğini, yaşam meşalenizi iki ucundan birden yakmanız gerektiğini gösterir.
Öyle hızlı dans edin ki dansçı kaybolup, yalnızca dans kalsın geriye.
O zaman ölüm korkusunun sizi ziyaret etmesi olanaksızdır.
Eğer bütünüyle burada ve bu anın içindeyseniz, yarın kimin umurundadır? Yarın kendi başını becerebilir. İsa Tanrıya, "Tanrım günlük ekmeğimi ver" diye dua ederken haklıdır. Yarından söz etmemektedir çünkü bugün kendi başına yeterlidir. Ve her anın kendi içinde tamamlandığını bilmeniz gerekir.
Tüm bunları bırakacak olmanın korkusu bütünüyle anın içinde yaşayamamaktan gelir; aksi taktirde ne zaman, ne zihin ne de mekan kalır.
Aslında dünyanın sonunun gelme olasılığının sürekli altını çiziyor oluşum, sizlerin yarının hiç gelmeme olasılığına karşı şu anda olabildiğince yoğun yaşamanıza yardımcı olabilmek içindir.
İnsanlık tarihi içinde çok özel bir konumda bulunmaktasınız. İnsanların her zaman bir şeyleri erteleyecek zamanları olmuştur ama sizin artık böyle bir zamanınız yok. Sizin durumunuz özel bir durumdur. Bunu endişelenmek için bir neden olarak kullanmayın çünkü bu zaten dünyayı sona ermekten kurtaramaz. Ne kadar zaman kalmışsa kalsın, bunu öylesine derinlemesine yaşamak için kullanın ki o kalan on yıl yüz yıl değerinde olsun.
Bir keresinde bir tüccara, "Kaç yaşındasın?" diye sormuşlar.
"Üçyüzaltmış" diye yanıt vermiş. Soruyu soran adam kulaklarına inanamayıp, "Lütfen tekrar söyler misin, galiba yanlış duydum" demiş.
Tüccar bu kez bağırarak, "Üçyüzaltmış!" diye tekrar etmiş.
Adam, "Beni affet ama buna inanamıyorum." demiş. "Altmış yaşından fazla gözükmüyorsun."
Bunun üzerine tüccar şöyle yanıt vermiş, "Sen de haklısın. Takvimlere göre yaşım altmış ama yaşantıma bakılırsa ben herkesin altı katı fazla yaşadım. Yani altmış yılda üçyüzaltmış yıllık yaşadım." Bu yoğunluğa bağlıdır. Yaşamanın iki yolu vardır. Biri sığır gibi yaşamaktır: yatay düzlemde tek bir çizgi halinde. İkincisi ise Buda gibi yaşamaktır: hem yükseklik hem de derinliği olan dikey düzlemde. Böylelikle her an bir sonsuzluğa dönüşebilir. Ve her anı sonsuzluğa dönüştürme sanatını öğrenemediğiniz sürece, benim anlattıklarımı takip edememiş, kaçırmışsınız demektir. Dünya sona erebilir de ermeyebilir de, bu beni ilgilendirmez. Ama tek bir neden için sona ereceği konusunda ısrar etmeye devam edeceğim; sizi uyandırabilmek için. Önemsiz şeylerle zamanınızı harcamayın, yaşayın, şarkı söyleyip dans edin, yapabildiğiniz kadar tam ve dolu dolu sevin ki hiçbir korku size yaklaşamasın ve yarın ne yapacağınız endişesi de yokolsun. Bugün tek başına yeterlidir. Yaşandığında öyle doludur ki başka hiçbir şey hakkında düşünecek boşluk bırakmaz. Yaşanmadığında ise endişeler ve korkular gelmeye başlar.
Dünyanın sonunun yaklaştığını vurgulayan bir tek ben değilim. Benim ısrarımın yanı sıra dünyanın içinde bulunduğu durumun da bu tezi destekliyor oluşu yalnızca bir rastlantıdır. Ancak İsa da ikibin yıl önce aynı şeyi söylüyordu, Gautama Buda da yirmibeş yüzyıl önce aynı şeyi savunuyordu.
Bu sizi uyandırmak için eski bir yöntemdir. Evinizin yandığını bilmediğiniz sürece, koşarak orayı terk etmezsiniz. İsa ve Buda da bunu doğrulayan bir durum olmaksızın bir yöntem olarak kullanıyorlardı.
Ben de bunu bir yöntem olarak kullanıyorum ama bu yalnızca bir yöntem değildir. İlk kez, dünya küresel bir intiharı gerçekleştirebilecek bir duruma gelmiştir.
Siz yalnızca yaşayın, sevin ve her anı derin bir haz ve mutluluğa çevirin. Tüm korkular böylece kaybolabilir. Ve tüm insanlık beni dinlerse, belki dünya sona ermez ve varlığımızı sürdürebiliriz. Yaşlı insan ölünce, taze değerlere sahip yepyeni bir insan ortaya çıkıp, onun yerini doldurabilir.
-&-
(1) Bir kredi kartı markası olan Mastercard İngilizce'de aynı zamanda 'usta kartı' anlamına gelir.
(2) İngilizce'de 'niece' (Denise'teki 'nise' ile okunuşu aynıdır) kız yeğen anlamına nephew ise erkek yeğen anlamına gelmektedir.


Henüz Zaman Varken Sanatı Öğrenmek

Mutsuz musunuz? Hemen şarkı söylemeye, dua etmeye, dans etmeye başlayın. Ne yapabiliyorsanız yapın ki zamanla adi metal, değerli metale, altına dönüşsün. Anahtarı bir kez bulduktan sonra yaşamınız bir daha asla eskisi gibi olmayacaktır. Onunla her kapıyı açabilirsiniz. Esas anahtar budur: her şeyi kutlamak.
Üç Çinli azizin öyküsünü duymuştum: Kimse gerçek isimlerini bilmez, "Üç Gülen Aziz" olarak tanınırlarmış çünkü bundan başka hiçbir şey yapmaz, yalnızca gülerlermiş. Böyle gülerek bir kasabadan diğerine gezerek, her kasabanın pazar yerinde durup, şöyle göbeklerini tuta tuta bir güzel kahkahalarla gülerlermiş. Tüm pazardakiler onların etrafını sararmış. Herkes gelir, dükkanlar kapanır, insanlar pazara almak için gittikleri şeyleri unuturmuş.
Bu üç insan gerçekten güzellermiş, gülüp dururken göbekleri de sallanırmış. Sonra bu bir hastalık gibi yayılır, diğerleri de gülmeye başlarmış. En sonunda tüm pazar yeri kahkahalara boğulur, ortamın havası bir anda değişiverirmiş.
Birisi onlara, "Bizlere bir şeyler söyleyin" dediğinde, "Bizim söyleyecek bir şeyimiz yok. Biz yalnızca gülerek buraların havasını değiştiriyoruz." diyorlarmış. Az önce insanların hırsla paradan başka bir şey düşünmediği çirkin bir yerken, bu üç deli adam gelip, gülmeye başlayınca tüm pazar yerinin havası gerçekten değişiverirmiş. Artık herkes satıcı ya da müşteri olmaktan çıkar, oraya alış-veriş yapmaya geldiklerini unuturlarmış. Kimsenin para hırsıyla da ilgisi kalmaz, herkes kahkahalar atıp, dans ederek bu üç delinin etrafında dönmeye başlarmış. Böyle anlarda birkaç saniyeliğine de olsa yeni bir dünyanın kapıları açılırmış.
Bu üç adam Çin'in her tarafını, bir yerden diğerine, bir köyden ötekine dolaşıp insanların gülmesine yardımcı olmuşlar. Üzgün insanlar, kızgın insanlar, paragöz insanlar, kıskanç insanlar, hepsi onlarla birlikte kahkahalar atmış. Ve bir çok insan bu anahtarı, bir dönüşümün mümkün olduğunu hissetmiş.
Sonra köylerden birinde bu üç adamdan birisi ölüvermiş. Köylüler toplanıp, "Şimdi sorun çıkacak. Bakalım şimdi nasıl gülecekler? Bir arkadaşları öldüğüne göre artık ağlamaları gerek." demişler. Fakat yanlarına vardıklarında görmüşler ki geriye kalan iki kişi dans ediyor, kahkahalarla ölümü kutluyorlarmış. Köylüler, "Artık bu kadarı da fazla. Bu kadarı da ayıp. Biri öldüğü zaman dans edip gülmek saygısızlıktır." demişler.
Ama onlar şöyle yanıt vermiş, "Siz neler olup bittiğini bilmiyorsunuz. Üçümüz hep önce kimin öleceğini düşünüyorduk. O kazandı, biz kaybettik. Tüm yaşamımız boyunca onunla beraber güldük. Şimdi onu başka bir şekilde nasıl uğurlayabiliriz? Kahkahalar atmalı, neşelenmeli ve kutlamalıyız. Tüm yaşamı boyunca gülmüş birine başka türlü elveda denemez. Biz gülmezsek o bize gülecek ve "Sizi sersemler. Siz de bu tuzağa düştünüz ha?" diye düşünecektir. Biz onun öldüğünü kabul etmiyoruz. Kahkaha nasıl ölür, yaşam nasıl ölür?"
Kahkaha sonsuzdur, yaşam sonsuzdur, kutlama devam eder. Oyuncular değişir ama oyun devam eder. Dalgalar değişir ama okyanus varolmaya devam eder. Siz güler sonra başkasıyla yer değiştirirsiniz ve o güler, kahkaha böylece sürüp gider. Siz bir şeyleri kutlarsınız, sonra başkaları kutlar, kutlama da sürer. Varoluş süreklidir ve her şeyi kapsar. Varoluşun içinde bir anlık bir boşluk bile bulunmaz. Fakat o köyün insanları bunların farkında olmadıkları için o günkü kahkahalara katılamamışlar.
Sonra ölen adamın yakılma zamanı gelmiş ve köylüler toplanıp, "Adetlere göre ölüyü yıkamamız gerekiyor" demişler. Ama diğer iki adam buna karşı çıkıp, "Arkadaşımız herhangi bir adetin uygulanmamasını vasiyet etmişti; ne yıkanacak, ne de üzerindekiler değiştirilecek. Olduğu gibi yakılacak, onun isteklerine uymak zorundayız." demişler.
Ve o zaman olanlar olmuş! Bedeni ateşe verildiği anda, yaşlı adamın son bir oyun oynadığı ortaya çıkmış. Meğer giysilerinin altında havai fişekler saklıymış ve patlamalarla birlikte bir anda büyük bir ışık festivali başlayıvermiş. Bunun üzerine bütün köy halkı gülmeye başlamış. İki deli arkadaş zaten dans ediyormuş, köylüler de onlara katılmış. Bu bir ölüm değil, yepyeni bir yaşamın başlangıcıymış.
Hiçbir ölüm aslında ölüm değildir çünkü her ölüm yeni bir kapı açar, bir başlangıçtır. Yaşamın sonu yoktur, yalnızca yeni başlangıçlar, yeniden-doğuşlar mevcuttur.
Üzüntünüzü kutlamaya çevirebildiğiniz zaman, ölümünüzü de yeniden-doğuşa çevirebilme yetisine sahip olmuş olacaksınız. Bu yüzden henüz vakit varken bu sanatı öğrenmeye bakın. Adi metali değerli metallere dönüştürmenin, simyacılığın sırrını öğrenemeden ölümün sizi almasına izin vermeyin. Eğer üzüntüyü dönüştürebilirseniz, ölümü de dönüştürebilirsiniz. Koşulsuzca kutlamayı öğrenebilirseniz, ölüm geldiği zaman kahkahalar atabilir, bunu kutlayabilir ve mutlulukla ayrılabilirsiniz. Hatta bu durumda ölüm sizi değil, siz ölümü öldürmüş olursunuz. Bunu mutlaka bir deneyin. Kaybedecek hiçbir şeyiniz yok!


Ölme Hakkı
Doğal olarak insanlar, emekliye ayrıldıkları zaman, dinleneceklerini, rahatlayıp her şeyin keyfini çıkaracaklarını sanırlar. Fakat gerçekten emekli oldukları zaman dinlenmenin, rahatlamanın mümkün olmadığını görürler çünkü tüm yaşamları boyunca hep bir koşuşturmaca, gerginlik, endişe ve keder içinde olmuşlardır. Şimdi sırf emekliye ayrıldıkları için, bedenleri altmış yılda kazandıkları alışkanlıklardan bir anda kurtulamaz.
Ve yaşlılık gitgide uzamaktadır; Avrupa'da seksen, doksan, yüz, hatta yüzyirmi yaşına kadar yaşamak artık ender bir durum değildir. Sovyetler Birliği'nde, özellikle Kafkaslarda, yüzelli yaşını aşmış binlerce insan vardır. Hatta yüzseksen yaşına ulaşmış birkaç yüz insan bile vardır. Bu kimseler hala tarlalarda, bahçelerde çalışmakta, iş yapmak istemektedirler. Yüzseksen yaşına kadar yaşayacak olan bir insanı altmış yaşında emekliye ayıramazsınız. O ömrünün yalnızca üçte birlik kısmını yaşamıştır ve diğer üçte ikilik kısım önünde bomboş uzanmaktadır. Ona hala bir takım işler bulmanız gerekir.
Fakat işler zamanla insanlardan daha hızlı ve daha iyi çalışan makinelerin eline geçmektedir. Bir makine, bin kişinin yerine geçebilir. Onbin kişinin yapabileceği bir işin üstesinden tek bir bilgisayar gelebilir. Peki ya o bin kişiye ya da onbin kişiye ne olacak? Bu insanlar ölmeyi isteyecekler.
Dünya çapında, gelişmiş ülkelerde bu konuda hareketler oluşmuştur; yaşlı insanlar intihar etmek için yasal bir hak talep etmektedirler ve kimse bu yüzden onları suçlayamaz. Onlar, "Biz yeteri kadar yaşadık ve kendimizi böyle sürüklemeye devam etmek gereksiz bir işkenceye dönüştü. Artık mezarlarımızda istirahata çekilmek istiyoruz. Her şeyi gördük, her şeyi yaşadık. Artık bizler için umut edecek, hayalini kuracak, arzulayacak hiçbir şey kalmadı. Yarın bizler için içi boş ve ürkütücü bir hal aldı, ölmek daha iyi." diyorlar.
Bu yüzden böyle bir akım gelişti; ötanazi akımı ve ben bu akımı destekliyorum. Her devlet, her hastanede, ölmek isteyen hastalar için olanaklar geliştirmelidir. Bu uygulamaya belli sınırlamalar getirilebilir. Sözgelimi, seksen yıllık bir yaşamdan sonra kişi ölmeyi yeğlerse, onun bu son ayında dinlenebilmesi, arkadaşlarını davet edebilmesi, eski dostları, iş arkadaşları ile buluşup, güzel müzikler, roman ya da şiirler dinleyebilmesi için hastanede güzel bir yer ayarlanabilir.
İnsanları gereksizce taciz etmenin ne anlamı var? Onların tek bir iğneyle, sonunda ölüme dönüşecek derin bir uykuya dalmalarını sağlayabiliriz. Kesinlikle eminim ki devletler ve tıp bilimi bu uygulamanın önünü açmak zorunda kalacak çünkü kişi yeteri kadar yaşadığında, artık çocukları bile yaşlanıp, altmış yaşlarına, emeklilik yaşlarına geldiğinde ve zamanı geldiğini hissettiğinde bu son derece insani bir durumdur.
Doğma zamanınızı seçmekte özgür değilsiniz ama en azından ölme zamanınızı, tarih ve saatinizi seçmekte özgür olmalısınız. Bu en temel insan haklarından biri haline gelmek zorundadır.


Kutlamanın Ölümden Haberi Yoktur
Ölüm yaşamın hizmetindedir. Yaşam asla ölmez. Fakat bilinçsizlik halinde, nedeninin açıkça farkında olmadığınız şeyleri yapmaya devam edersiniz. Hareket etmeye devam edersiniz çünkü herkes etmektedir, fakat nereye doğru ya da ne için hareket ettiğinizi bilmezsiniz. Yaşamaya devam edersiniz çünkü herkes eder ama bunu bilinçsiz bir şekilde yaparsınız.
Neden? Neden yarın sabah uyandığınızda soluk almayı sürdürmelisiniz? Tüm geçmişiniz bunun boş yere olduğunu kanıtlıyor ve kazara bilinci uyanmış bir insanla karşılaşmadığınız sürece bunun böyle sürüp gideceğini de gayet iyi biliyorsunuz. Uyanmış olan insanlarsa yüzyıllar geçtikçe öyle azaldı ki, böyle biriyle karşılaşmanız da pek olası değil.
Ancak yalnızca uyanmış olan kişi sizi uyandırabilir, sizi sarsıp, yapmakta olduğunuz şeyle ilgili biraz bilinç kazanmanızı sağlayabilir; bu yaşam değil, yetmiş, yetmişbeş senede tamamlanacak olan yavaş bir ölümdür. Her gün, her an ölmektesiniz. Dünyadaki büyük kitlelerin bildiği, uyguladığı yalnızca bu yavaş ölümdür. Yalnızca uyanmış olan o birkaç kişi, yaşamın o büyük gelgit dalgasından haberdardır.
Bu sizin yaşamınız. Bazı şeyleri neden yapıyorsunuz? Neden bir takım şeyleri satın alıyorsunuz? Ömrünüzü nasıl geçiriyorsunuz? Hiçbir şeyin farkında değilsiniz. Yalnızca bir uyurgezersiniz. Herkes sizi kandırabilir- zaten politikacılar da, din adamları da bunu yapmaktadır ve sizin bu bilinçsiz halinizde bu son derece doğaldır. Yalnızca bilinçli bir insan istismar edilemez. Yalnızca bilinçli biri gerçekten yaşar, ve gerçekten yaşayanlar huzur içinde, sessizce, yüzlerinde bir gülümsemeyle ölür. Yüzünde gülümsemeyle ölen bu insanlar için aslında ölüm yoktur çünkü onların bilincinin derinliklerinde, geride bırakılanın yalnızca beden olduğuna dair mutlak bir kesinlik vardır. Yaşam her zaman sürmüştür ve her zaman da sürecektir.


Film Boyunca Uyanık Kalmak

Sevgili OSHO,
İsa'nın ruhun reenkarnasyon olasılığından sözetmemiş olmasının nedeni nedir? Bu, Doğu dinleriyle Batı dinlerini birbirinden ayıran bir fark gibi görünüyor.
İsa elbette ki reenkarnasyonun bilincindeydi. İncil'de doğrudan olmasa da bunu işaret eden bir çok ipucu vardır. Birkaç gün önce İsa'dan şöyle bir alıntı yapmıştım: "Ben İbrahim'den çok önce vardım." Ve İsa der ki, "Geri geleceğim". Bunun dışında bin-bir tane doğrudan reenkarnasyon göndermesi mevcuttur. O reenkarnasyonun tamamen bilincindeydi fakat farklı bir nedenden ötürü bu bilgiyi yaymamayı yeğledi.
İsa Hindistan'a gitmiş ve reenkarnasyon teorisinin burada nelere yol açtığını görmüştü. İsa'dan yaklaşık beş bin sene önce bu teori öğretilmekteydi. Ve bu aslında bir teori değil bir gerçektir; yani teori gerçeğe dayalıdır. İnsanoğlunun milyonlarca yaşamı vardır. Bu bilgi Mahavira, Buda, Krişna, Rama tarafından öğretilmiştir ve tüm Hint dinleri bu konuda görüş birliğine varmıştır. Hatta bu sizi şaşırtabilir ama, görüş birliği içinde oldukları yegane konu da budur.
Peki Hindistan'ın dışında doğmuş olan üç dinin kaynağı Musa, İsa ve Muhammet'in bu konuda doğrudan konuşmamış olmalarının nedeni nedir? Bunun belli bir nedeni vardı ve Mısır ve Hindistan o zamanlar sürekli bir alışveriş içinde oldukları için Musa bunun farkındaydı.
Bir zamanlar Afrika'nın Asya'nın bir parçası olduğu ve zamanla bu kıtadan kopup, yavaş, yavaş ayrıldığı üzerine bir görüş vardır. Bu görüşe göre Hindistan ve Mısır da bir bütündü, ki bu iki ülke arasında sınırsız benzerlik vardır. Aynı şekilde Güney Hindistan'da yaşayan insanların siyah olması da şaşırtıcı değildir çünkü bu insanların damarlarında zenci kanı vardır; bütünüyle olmasa bile kısmen zencidirler. Zaten eğer Afrika Asya'nın bir parçası idiyse, bu, Ari ırkın zencilerle karışmış olmasını ve Güney Hindistan'ın siyah oluşunu da oldukça doğal kılar.
Musa tamamen Hindistan'ın farkında olmuş olmalıdır. Keşmir eyaletinin hem Musa hem de İsa'nın orada gömülü olduğu iddiası sizi şaşırtabilir. Orada ikisi için birer mezar mevcuttur. Her ikisi de reenkarnasyon teorisinin Hindistan üzerindeki etkilerini görmüşlerdir.
Bu teori yüzünden Hindistan'ı bir rehavet kaplamış, acele etmek diye bir kavram yok olmuştur. Hindistan'da zaman kavramı günümüzde dahi yoktur. Herkesin kolunda bir saat olmasına karşın zaman kavramı mevcut değildir. Biri, "Saat beşte seni görmeye geleceğim" dediği zaman bu her türlü anlama gelebilir. Bu kişi saat dörtte de, altıda da gelebilir, hatta hiç gelmeyebilir ve kimse bu durumu ciddiye almaz. Bu onun sözünü tutmadığı anlamına gelmez, yalnızca zaman kavramı yoktur! Sonsuzluk ayaklarınızın altındayken zaman kavramına sahip olmak nasıl mümkün olabilir? Bunca çok yaşama sahipken, acele etmenin ne anlamı kalır? İnsan istediği kadar ağır ilerleyebilir; elbet bir gün varacaktır.
Reenkarnasyon teorisi Hindistan'ı oldukça üşengeç ve sıkıcı bir hale getirdi, zaman bilincinin de tamamen yitmesine neden oldu. Bu durum insanların her şeyi ertelemesine yol açtı. Oysa her şey yarına bırakıldığında kişi bugün de, olduğu gibi aynı kalır ve yarın asla gelmez. Ayrıca Hindistan'da insanlar bazı şeyleri yalnızca yarına ertelemekle kalmayıp, sonraki yaşamlarına bile ertelemektedirler.
Musa da, İsa da Hindistan'ı ziyaret ettiler ve bu durumun farkına vardılar. Muhammet ise Hindistan'a hiç gitmediği halde buraya oldukça yakın olduğu ve Arabistan ve Hindistan arasında sürekli bir trafik söz konusu olduğu için bu durumun farkındaydı. Bu yüzden onlar insanlara, "Yalnızca tek bir yaşama sahipsiniz, bu sizin ilk ve son şansınız, bu şansı kaçırırsanız, sonsuza dek kaçırmış olacaksınız" demenin daha iyi bir fikir olduğuna karar verdiler.
Bu buluş insanlarda yoğun bir özlem ve istek yaratacak, bir dönüşüm yaşayabilmelerini kolaylaştıracak yoğunluğa ulaşmalarını sağlayacaktı.
Bu durum akla şu soruyu getiriyor: Mahavira, Buda ve Krişna bunun farkında değiller miydi? Reenkarnasyon teorisinin rehavete yol açacağını bilmiyorlar mıydı? Onlar tamamen farklı bir yöntem deniyorlardı. Ve her yöntem ancak belli bir zaman için geçerlidir; bir kez kullanıldığında bu sonsuza kadar süremez çünkü insanlar ona karşı aşinalık kazanır. Buda, Mahavira ve Krişna reenkarnasyon buluşunu tamamen farklı bir bakış açısıyla kullanıyorlardı. O zamanlar Hindistan çok zengin bir ülkeydi. Dünyanın en zengin ülkesi, altın ülkesi olarak görülmekteydi. Ve zengin bir ülkedeki gerçek sorun, en büyük sorun, sıkıntıdır. Bu şu anda Batı için geçerlidir. Şu anda Amerika da aynı durum içinde bulunuyor ve sıkıntı en büyük sorunları haline geldi: insanlar öyle çok sıkılıyorlar ki ölmek istiyorlar.
Krişna, Mahavira ve Buda bu durumdan yararlanmak istediler. İnsanlara, "Bu daha hiçbir şey, tek yaşamın sıkıntısı hiçbir şeydir. Bir çok hayat yaşadınız, unutmayın, eğer bunları dinlemezseniz daha bir çok yaşamınız olacak; tekrar tekrar sıkılacaksınız. Bu sürekli dönüp duran hep aynı yaşam-ölüm tekerleğidir" dediler.
Sıkıntıyı öyle karanlık renklerle betimlediler ki, tek yaşantıdan bile sıkılmış olan insanlar dine gerçekten derinden bağlandılar. Kişi yaşamdan ve ölümden kurtulmalı, bu tekerleğin, bu vahşi çemberin dışına çıkmalıydı. Bu yüzden bu yöntem o zaman için oldukça geçerliydi.
Daha sonra Hindistan yoksullaştı. Ülke yoksullaşır yoksullaşmaz, sıkıntı ortadan kalktı. Yoksul bir insan asla sıkılmaz, unutmayın; yalnızca zengin birisi bunu karşılayabilir, sıkıntı zengin insanlara özgü bir ayrıcalıktır. Yoksul birinin sıkıntı duyması imkansızdır çünkü buna zamanı yoktur. Bütün gün çalışır, akşam eve geldiğinde de öyle yorgundur ki hemen uyur. Fazla bir eğlenceye, televizyon, filmler, müzik, sanat ve müzelere ihtiyacı yoktur. Tüm bunlara ihtiyacı yoktur çünkü bunlara gücü yoktur. Tek eğlencesi insanın doğal olarak sahip olduğu cinselliktir. Yoksul ülkelerin, zengin ülkelere göre çok fazla çocuk üretip durmalarının nedeni budur; bu sahip olabildikleri tek eğlence biçimleridir...
Hindistan yoksullaştığı anda reenkarnasyon teorisi bir kaçışa, sıkıntı kaynağından çok bir umuda, bir erteleme şansına dönüştü. "Bu yaşamda yoksulum ama endişelenmeme gerek yok çünkü önümde daha nice yaşamlar var. Bir sonraki yaşamımda biraz daha fazla uğraşıp daha zengin olacağım. Bu sefer çirkin bir karım var ama olsun, bu yalnızca bir yaşam için geçerli. Bir dahaki sefere aynı hatayı yapmayacağım. Bu kez geçmiş karmalarımın cezasını çekiyorum. Bu yaşamımda yanlış hiçbir şey yapmayıp gelecek yaşamımın tadını çıkaracağım." Böylece bu yöntem bir erteleme aracına dönüştü.
İsa bu buluşun artık işe yaramadığını, artık amaçlandığı şekilde işlemediğini gördü. Durum değişmişti. Artık İsa yeni bir buluş yaratmak zorundaydı, o da şu oldu: yaşam tektir ve eğer dindar olmak, meditasyon yapmak, bir sannyasin olmak istiyorsanız bunu hemen yapın çünkü yarının kesinliği yoktur. Yarın hiç gelmeyebilir.
Bu yüzden Batı'da zaman bilinci aşırı gelişti; herkes sürekli bir acele içine girdi. Bu acelenin nedeni Hıristiyanlıktır. Bu yöntem de başarısız oldu. Hiçbir yöntem sonsuza dek işleyemez.
Benim kişisel deneyimim bir buluşun, yöntemin ancak usta yaşadığı sürece işe yaradığıdır çünkü o buna ruh kazandırır ve işleyeceği şekilde ayarlar. Usta aramızdan ayrıldığında ise bu yöntem kullanım dışı olur ya da insanlar onu farklı şekillerde yorumlamaya başlarlar.
Bugün Batı'da bu yöntem tamamen başarısızlığa uğramış ve bir soruna dönüşmüş durumdadır. İnsanlar tek bir yaşam inancına sahip oldukları için sürekli bir acele, gerginlik, endişe içindeler. İsa onların anımsamasını istiyordu; tek bir yaşam olduğu için Tanrı'yı anımsayın. Peki onlar ne yapıyor? Tek bir yaşam olduğu için yiyip, içip eğlenmek istiyorlar.
Dünyevi zevklerin tadını ne kadar çıkarırsanız kardır. Yaşamın suyunu hemen, şimdi son damlasına kadar sıkın. Mahşer gününde neler olacağı kimin umurunda? Hem mahşer gününün gerçekten gelip gelmeyeceğini kim bilebilir ki?
Öylesine bir acele ki!.. Adeta hız hastalığı, hep daha hızlı, daha hızlı olmak... Kimse nereye gittiğiyle ilgilenmiyor, yalnızca daha hızlı gitmek, daha hızlı gidebilecek araçlar icat etmekle meşguller.
Ve tüm bunların çıkış nedeni bu yöntemdir. İsa'nın zamanında işe yarıyordu. O sürekli çevresindekilere, "Dikkatli olun! Mahşer günü çok yakın. Dünyanın sona erişine kendi yaşam sürenizde tanık olacaksınız ve başka bir yaşam daha yok. Ve bu şansı kaçırırsanız sonsuza kadar cehennemde yanacaksınız." diyordu. Onun yaptığı aslında psikolojik bir atmosfer yaratmaktı. O sağken bu işe yaradı ve bu etki ölümünden sonra kısa bir süre daha devam etti. Devam etme nedeni ise onun en yakınındaki öğrencilerinin İsa'nın havasına, onun aurasına ait bir şeyler taşıyor olmalarıydı. Fakat bu yöntem zamanla tam tersi bir etki yaratmaya başladı. Dünya tarihinin tanık olduğu en dünyevi medeniyeti yarattı. Oysa ki arzulanan hedef tek yaşam fikrinin insanların son derece yoğun bir dikkat ve farkındalık içinde olup, tüm diğer arzu ve arayışlarından sıyrılarak Tanrı'nın peşine düşmeleriydi. Tüm yaşamları tek hedef doğrultusunda olacak, Tanrı'ya doğru bir arayış, bir araştırmaya dönüşecekti. Fakat sonuç insanların tek yaşama sahip oldukları inancıyla, bir daha dünyaya gelmeyeceklerine inanıp, mutlak bir biçimde dünyevi zevklere dönmesi ve bu sahip oldukları tek yaşamın keyfini olabildiğince çıkarmaya çalışmaları oldu. Yaşamın keyfini hemen çıkar, yarına erteleme!
Hindistan'daki yöntem insanları uyuşukluğa ittiği için başarısız oldu. Oysa Buda yaşadığı sürece işe yaramıştı. Hatta O dünyanın en büyük akımlarından birini yarattı. Binlerce insan yaşamlarını bir kenara bırakıp sannyasin oldular yani tüm enerjilerini gerçeği aramaya adadılar. Buda öyle bir sıkıntı atmosferi yaratmıştı ki, insanlar eğer bu akımı kaçırırlarsa sıkıntıya yakalanacaklarından korktular.
Fakat daha sonra bu durum tam tersine döndü. Ve bu hep böyle olacaktır. Ustalar yanlış anlaşılmaya mahkumdur. Hem insanlar öylesine kurnaz ve diplomatiktirler ki, her zaman bu yöntemleri olduğu gibi yokedecek bir yol bulurlar.
İsa yaşamın sonsuz olduğunu, reenkarnasyonun bir gerçeklik olduğunu çok iyi biliyordu. Bu bilgiden dolaylı olarak söz etti, belki en yakın öğrencileriyle paylaştı ama kitlelerle paylaşmadı. Bunun altında yatan basit neden İsa'nın Hindistan'daki durumu görüp, farklı bir şeyin denenmesi gerektiğini kavramasıdır.
Ben de diğer yöntemler artık işlemediği için bir çok yeni yöntem yaratıyorum. Bu yöntemlerin yalnız ben yaşadığım sürece işe yarayacağının gayet iyi farkındayım; diğer tüm yöntemler gibi onlar da bir süre sonra başarısızlığa uğramaya mahkum. Kendi buluşlarımın sonsuza kadar işleyeceğine inanarak kendimi aldatmıyorum. Ben buradan ayrılınca, insanlar onları çarpıtmaya başlayacak. Fakat bu doğal ve kabullenilmesi gereken, tasalanılmayacak bir durumdur.
Bu yüzden şu anda burada olanlar, lütfen uyanık olup bu yöntemlerden olabildiğince derinine faydalansınlar. Ben henüz buradayken bunlar kusursuz olarak işleyecektir. Benim ellerimde, içsel dönüşüm için harika fırsatlar yaratabilirler. Fakat benim ellerim görünmez olduğu zaman bu kez Hindu alimlerinin, akademisyenlerin ellerine geçecekler ve aynı senaryo, geçmişte olduğu gibi yeniden tekrarlanmış olacak.
Dikkatli ve uyanık olun, hiç zaman kaybetmeyin.


Düne Küçük Bir Bakış Atmak

Sevgili OSHO,
Zaman zaman o an içinde bulunduğum durumun tam olarak daha önce tekrarlanmış olduğu hissine kapılıyorum. Başkalarının da aynı hissi yaşadıklarını ve bunun deja vu olarak tanımlandığını duydum. Her zaman bu deneyimin ne olduğunu ve meditasyonla bağlantısını merak etmişimdir. Bunu anlamama yardımcı olabilir misiniz?
Deja vu olarak tanımlanan deneyim kendine ait bir gerçeklik taşır çünkü bu sizin dünyaya ilk gelişiniz değildir. Başınızdan bir çok yaşam ve ölüm deneyimi geçti. Ve doğal olarak binlerce yaşamın içerisinde aynı yerlere gelmemek, aynı yüzlerle karşılaşmamak, bir ağaç görüp aynı ağacı daha önce kesinlikle görmüş olduğunuzu hissetmemek olanaksızdır. Bu his şüpheye yer bırakmayacak denli kesin bir histir: sizin hayal ürününüz değildir, o kişiyi daha önce görmüş ya da en ince ayrıntısına kadar o durumun içinde daha önce bulunmuştunuz.
Bu çok tuhaf bir histir; insanın başını döndürür. Ama aynı zamanda Hindistan'ın dışında doğmuş olan bütün dinlerin eksik olduğunun da kanıtıdır çünkü bu dinler deja vu deneyimini açıklayamazlar. Reenkarnasyon fikrine sahip olmadıktan sonra deja vu deneyimine açıklık getirmek olanaksızdır. Bir kasabaya varıyor ve bir anda daha önce orada bulunmuş olduğunuzu hissediyorsunuz. Sağa saparsanız nehre, sola saparsanız tren istasyonuna ulaşacağınızı biliyorsunuz ve bunu denediğiniz zaman da gerçekten nehre ya da istasyona varıyorsunuz. Yoldaki ağaçları, nehri daha önce bir filmde ya da rüyada görmüşçesine tanıyorsunuz.
Deja vu geçmişten gelen ve bir şekilde şimdiki zamana karışan küçük bir kesittir. Bir gerçekliktir. Ve bu gerçeklik, deja vu, yani geçmiş yaşamlardan kalma anılar, defalarca kanıtlanarak reenkarnasyon teorisini yalnızca dini bir teori olmaktan çıkarıp, bilimsel bir gerçekliğe dönüştürür. Tabii bilimin daha açık fikirli olacağı, beklenen o zamanın gelmesini bekleyerek...
Sorun şu ki, bilimde tüm ilerlemeler yalnızca tek bir yaşamın varlığını kabul eden ve bu konuda önyargılı olan Batı'da gerçekleşiyor. Yine de dünya her geçen gün biraz daha küçülüyor. Er ya da geç bilim, insan gelişimi, meditasyon ve bilincin dönüşümü için hayati önem taşıyan bu olguyu dikkate almak zorunda kalacaktır. Kişi geçmiş hayatlarını anımsadıkça ölümden sonra da bir geleceğe sahip olduğunun kanıtını bulmuş olacaktır. Geçmiş yaşamları anımsamak, aynı zamanda buraya farklı bir cisme ve isme sahip olarak dönecek oluşunuzun da kanıtıdır.
Bilim tek bir yaşama dayalı Musevi, Hıristiyan ve Müslüman inancından sıyrılıp farklı bir yön aldığı zaman, ki bunun gerçekleşeceğinden hiç kuşkum yok, reenkarnasyon bilimsel olarak kanıtlanmış bir gerçeklik kazanacaktır. Bu tek yaşam inancı zaten oldukça saçmadır çünkü varoluşta hiçbir şey ölmez; her şey varolmaya devam eder, yalnızca şekilleri değişir.
Yaşam sözkonusu olduğunda neden bunun tersi olsun ki?
İnsanlar aynı tür bir yaşamı binlerce kez sürdürdüklerinin farkına vardıkları zaman, ki reenkarnasyon teorisi böyle bir fayda sağlamak üzere harekete geçirilmiştir, aynı şeyleri tekrar tekrar yapmış olmanın ne kadar sıkıcı, bıkkınlık verici olduğunu ve bunlardan bir ders çıkaramamış, bir kazanç sağlayamamış olmanın ne kadar korkunç olduğunu göreceklerdir. Binlerce yaşantınızda aynı iktidar ve para hırsıyla mücadele ettiniz ve hala bunu sürdürmektesiniz. Demek ki her yaşam deneyimi siliniyor ve her seferinde sıfırdan başlıyorsunuz. Bilimsel olarak kanıtlandığında, aynı aptalca oyunları tekrarlamanız da çok güçleşecektir. Yeterince oynadınız, artık değişme, bilincinizi yüceltme zamanıdır; bu, adeta bir tekerlek gibi bir yaşamdan diğerine tekrar, tekrar dönmeye devam eden vahşi çemberin ötesine geçme zamanıdır.
Şu ana kadar yaptığınız her şey bilinç dışıydı. Artık olgunlaşıp, bilinçle hareket etmenin zamanı geldi. Artık farkındalıkla hareket edin; yeteri kadar bilinçsizce yaşadınız.
Reenkarnasyon tekerleğinin dönmesini sağlayan şey bilinçsizliktir. Bir kez bilincinize kavuştuğunuz zaman çabalarınızın yersiz olduğunu göreceksiniz; başarıyı bir çok kez elde ettiniz ama ne için? Ölüm zaten her şeyi silmedi mi? Bu tıpkı kumdan kaleler yapmaya benzer, rüzgar gelip kalenizi yerle bir eder. Siz de yeni bir kale yapmaya tekrar tekrar devam edersiniz ve sonuç hep aynı olur.
Bilimin Doğu'lu milyonlarca insanın yaşadığı deneyimlerin gerçeğini gözardı etmekten vazgeçmesi sonsuz bir önem taşımaktadır. Bu bir batıl inanç değildir; yaşamın bizim farkına varamadığımız gizemlerinden biridir yalnızca. Bilim bu konuda keşiflerde bulundukça, siz de olup bitenler karşısındaki tutumunuzda büyük değişimler olduğunu göreceksiniz ve amacınız da değişip bu çarkın dışına çıkmaya dönüşecektir. Bu çark sizin esaretinizdir, ve bu esaretten kurtulmak, gerçeğin ve özgürlüğün peşinde olanların tek arzusu olmuştur.
Varlığınızın bedensiz, cisimsiz olarak da evrenin içinde kalabileceğini, cisimsiz olarak da varolabileceğini, tüm varoluşa yayılabileceğini anladıktan sonra tüm çabanız bu yüce özgürlüğe erişmek üzerine olacaktır. Biz Doğu'da bunu başarmış insanların yaşadığı bu en yüce deneyimi moksha, yani mutlak özgürlük olarak tanımlarız. Bu, bedenden, zihinden, etrafınızdaki her türlü zincirden, cisimden bağımsızlaşıp yalnızca saf bir bilince dönüşmektir.
Bu durumda hala bir bireysellik, görünmez bir merkezde "Ben" olunduğuna dair bir bilinç vardır. Aslında bu, "Ben ilk kez olarak gerçek özüme kavuştum" bilincidir.
Beden olmadığında hastalık da olmaz, beden olmadığında yaşlılık ve ölüm de olmaz. Bedensiz bir bilinç doğal olarak her zaman taze, genç, özgürdür ve tüm evren ona açıktır. Onun imparatorluğu sınırsızdır.
Bir gün Gautama Buda'ya şöyle sormuşlar, "Mutlak bir bilince dönüşürsek yeniden dünyaya gelmeyeceğimizi ve tüm varoluşun bizim imparatorluğumuza dönüşeceğini tekrar, tekrar söylüyorsunuz. Peki ya bizden önce aydınlanmış onca insan ne olacak? Ben nasıl tek başıma tüm evrenin efendisi olabilirim?"
Soru mantıklı görünebilir ama varoluşa ait değildir ve Buda'yı güldürmüştür, ki O çok ender olarak gülermiş, hatta yaşamı boyunca belki toplam üç-dört defa güldüğü söylenir. Buda şöyle yanıt vermiş, "Senin mantığını anlayabiliyorum ve sana bir şey anlatacağım; bir karşı-tezle değil yalnızca bir örnekle yapacağım bunu: Karanlık bir evde bir mum yakarsan tüm ev ışıkla dolacaktır. Bir mum daha yakabilirsin. Bu durumda iki mumun ışığının birbiriyle çatışacağını mı düşünüyorsun? İkinci mumun ışığı da tüm evi dolduracaktır. Üçüncü bir mum da yakabilir, tüm evi mumlarla doldurabilirsin. Hepsi kendi alevleri içinde bireyselliklerini koruyacak, ama yaydıkları ışık sözkonusu olduğunda, hepsi tüm odaya sahip olacaklar. Hiçbir ayrım olmayacak. Bu benim alanım, bu senin alanın diye bir şey sözkonusu değildir. Işık bir nesne değildir ve binlerce mumun ışığı birbiriyle çatışmadan tüm evi doldurabilir."
O haklıdır. Karşı-tez oluşturmak mümkün olmadığı halde onun verdiği örnek mükemmeldir. Durum tam olarak budur: bir kez cisminizden kurtulduğunuz zaman tüm evrene yayılmış olacaksınız. Aydınlanmış olan milyonlarca başka kişi de ışıklarıyla, bilinçleriyle tüm evreni doldurmaktalar. Merkezlerinde kendilerine ait birer alev taşırlar ama yaydıkları ışığın sınırı yoktur. Işıklar birbiriyle çatışmaz çünkü onlar cisimsizdir. Aynı mekan herhangi bir mücadele ya da tartışma gerekmeksizin farklı ışıklar tarafından doldurulabilir. Ve bilinç de bir ışıktır.


En Sonuna Kadar Araştırın

Sevgili OSHO,
Ruhun ölümden sonra varolduğuna ve farklı bir yaşam formuna doğru göç ettiğine ya da evrenin içinde çözüldüğüne nasıl inanabiliriz?
Ben hiçbir zaman sizden bir şeye inanmanızı istemedim. Benim kişisel deneyimim, ruhun ölümden sonra varolduğunu, farklı bir yaşam biçimine doğru göç ettiğini ve sonuç olarak, daha fazla öğrenecek bir şeyi, sorulacak sorusu, arayış ya da arzusu kalmadığı, en üst nokta olan kesin tatmin noktasına ulaşıp, tamamlanmayı, aydınlanmayı gerçekleştirdiği zaman da kendiliğinden evrenin içinde çözülüp gittiğini gösterir. Bu göçü tekrar deneyimlemenin temel gerekliliği yaşamak için arzu duymak, tatmin edilmesi gereken bir arzuya sahip olmaktır.
Tekrar tekrar doğmakta olan siz değil, asla tatmin edilemediği için varlığını sürdürmeye devam eden arzunuzdur. Siz yalnızca bir gölge gibi bu arzunun peşinden gidersiniz.
Buna inanmanız gerektiğini söylemedim. Hatta inanmamanızı, kuşku duyup bu konuyu araştırmanızı yeğlerim. Ben yalnızca sizi bir araştırmaya itiyorum, bir inanca değil.
Benim dinim bir inanç değildir. Benim dinim en üst gerçekliğe doğru bir araştırmadır.
Bu yüzden ben ne dersem diyeyim, her zaman bunun arkasındaki temel neden, bir dogmayı kabul ettirmek yerine sizi bir arayışa itmektir.
Ben ruhun ölümden sonra da varolduğunu söylediğimde bu sizin için yalnızca bir hipotezden ibarettir.
Benim içinse bu bir deneyimdir. Ben buna inanmıyorum; bunu biliyorum.
Ruhun göç ettiğini söylediğimde kendi deneyimimden yola çıkıyorum. Ben geçmiş hayatlarımı anımsıyorum. Bu göçü bizzat yaşadım; benim kafamda herhangi bir soru ya da şüphe yok, ama bunu sizleri inandırmak için söylemiyorum. Yapmaya çalıştığım şey, geçmiş hayatlarla ilgili bu tuhaf araştırmaya ilgi duymanızı sağlamak. Eğer ben, her şey bilincimize kayıtlı olduğu ve hiçbir şey asla yokolmadığı için bu geçmiş hayatları anımsayabiliyorsam, siz de basamakları inip bilincinizin içine girebilir ve geçmiş hayatlarınızla ilgili şeyler öğrenmeye başlayabilirsiniz. Bir şeyi öğrendiğiniz zaman ona inanmaya ihtiyacınız kalmaz çünkü artık biliyorsunuzdur. Bilmediğiniz bir şeye ise asla inanmayın çünkü inandığınız zaman asla öğrenemezsiniz.
Ve bir şeyi bildikten sonra ona inanmak saçma gelecektir. Zaten bilince inanmanın ne anlamı kalır ki?
Güneşin, güllerin varlığına inanmaz, onların varolduğunu zaten bilirsiniz. Tanrıya inanırsınız çünkü Tanrı'yı bilmezsiniz. Ruha da inanırsınız çünkü ruhu da bilmezsiniz.


Ölümsüz Gerçek
Her zaman yaşam nehriyle birlikte akın. Asla akıntıya karşı gitmeye ve nehirden hızlı akmaya çalışmayın. Yalnızca mutlak rahatlık içinde hareket edin ki kendinizi her an evinizde gibi, huzur içinde, varoluşla barışık hissedin.
Anımsamanız gereken ikinci şey ise yaşamın kısa olmadığıdır; yaşam sonsuzdur ve aceleye hiç gerek yoktur. Acele etmek ancak bazı şeyleri kaçırmanıza neden olur. Varoluşun içinde acele eden herhangi bir şeye rastladınız mı hiç? Mevsimler zamanı geldiğinde gelir, çiçekler zamanı gelince açar. Ağaçlar yaşam kısa diye büyümek için acele etmez. Tüm varoluş yaşamın sonsuzluğunun farkındaymış gibi görünmektedir.
Biz hep buradaydık ve hep burada olacağız- tabii ki aynı şekilde, aynı bedenlerle değil. Yaşam evrilmeye, daha yüksek etaplara ulaşmaya devam ediyor. Ama hiçbir yerde ne bir son mevcuttur, ne de bir başlangıç. Siz başlangıçsız bir yaşamla, sonsuz bir yaşam arasında varolmaktasınız. Her zaman bu iki sonsuzluğun ortasında, her iki taraftasınız.
Ancak her zaman kendi doğanızla uyum içinde olmalısınız.
Bazı ağaçlar yavaş, bazıları hızlı boy atar; ne yavaş büyümenin ne de hızlı büyümenin özel bir yanı yoktur. İki ağacın da paylaştığı ortak bir özellik varsa o da ikisinin de kendi doğalarını izlemekte olduğudur.

5. Bölüm
Bütünüyle Keyfine Varın!
Günışığıyla Aydınlanan Doruklardan Bir Manzara
Karanlıktan Aydınlığa

Sevgili OSHO,
Babanızın dün gerçekleşen ölümü üzerine bir şeyler söyleyebilir misiniz?
Bu asla bir ölüm değildi. Ya da toptan ölümdü. Zaten bu ikisi de aynı anlama gelir. Onun bu şekilde ölmesini umuyordum, herkesin arzu etmesi gereken bir şekilde öldü: samadhi yani aydınlanma halinde, bedeni ve zihninden tamamen bağımsızlaşmış olarak.
Hastanede olduğu üç ay içerisinde ziyaretine yalnızca üç kere gittim. Ne zaman ölümün kıyısında olduğunu hissettiysem o zaman gittim. İlk iki ziyaretimde öldüğü taktirde yeniden dünyaya gelmek zorunda kalacağından korktum biraz; bedene bağımlılık tamamen yokolmamıştı. Meditasyonu her gün biraz daha derinleşiyordu ama yine de onu bedenine bağlayan zincir tamamen kırılmamış, yerinde duruyordu.
Dün onu bir kez daha görmeye gittiğimde sonsuz mutluluk duydum çünkü artık doğru bir şekilde ölebilirdi. Artık bedeni onu ilgilendirmiyordu. Dün sabaha karşı üç sularında sonsuzluğa göz atabilme şansına ilk kez erişti ve bir anda artık öleceğinin farkına vardı. Bu beni ilk yanına çağırışıydı, diğer iki seferde kendi kararımla gitmiştim. Dün beni çağırdı çünkü öleceğini kesin olarak biliyordu. Bana veda etmek istiyordu ve bunu çok güzel bir şekilde, gözlerinde yaşlar olmadan, daha fazla yaşamak için artık hiçbir özlem duymaksızın gerçekleştirdi.
Bu yüzden bu bir ölümden çok sonsuzluğun içine doğuştur. Zamanında öldü ve sonsuzluğa doğdu. Ya da tamamen öldü yani bir kez daha dünyaya geri gelmeyecek şekilde. Bu edinilebilecek en büyük başarıdır; bundan daha yüce bir şey yoktur.
Bu dünyadan tam bir sessizlik, neşe ve huzur içinde ayrıldı. Dünyadan kutlanmaya değer bir biçimde, bir nilüfer çiçeği gibi ayrıldı. Bu ender anlar sizin nasıl yaşanıp nasıl ölüneceğini öğrenebilmeniz için eşsiz fırsatlardır. Her ölüm bir kutlamaya dönüşmelidir ancak bu yalnızca sizi varoluşun daha yüksek boyutlarına taşıyabilmesiyle mümkündür.
O aydınlanmış olarak öldü ve bu benim her sannyasinim için arzu ettiğim ölüm biçimidir. Aydınlanmamışsanız yaşam çirkindir ama aydınlandığınız zaman ölüm bile güzelleşir. Aydınlanmamışsanız yaşam çirkindir çünkü acıyla dolu bir cehenneme benzer. Aydınlandığınızda ise ölüm tanrısal olana açılan bir kapı gibidir; artık acı yoktur, cehennem de yoktur. Aslında tam tersine bu tüm acıları, tüm cehennemleri terketmektir.
Bu şekilde öldüğü için son derece mutluyum. Unutmayın: meditasyon ne kadar derinleşirse, beden zihin bileşkenizden de o derece uzaklaşırsınız. Ve meditasyon en üst noktaya ulaştığında, artık her şeyi görebilirsiniz.
Dün sabah kesin olarak ölümün kapıyı çaldığının farkındaydı. Ve beni çağırdı. Bu beni ilk çağırışıydı ve onu gördüğüm anda artık bedeninde olmadığını anladım. Bedene ait tüm acılar yok olmuştu. Doktorların kafasını karıştıran neden buydu: beden tamamen normal bir şekilde işliyordu. Bu yüzden onların beklediği son şey ölmesiydi. Ondan önceki herhangi bir gün ölebilirdi. Derin acılar içindeydi ve bedeni ciddi sorunlarla doluydu: kalbi düzgün işlemiyor, nabzı bulunamıyor, beyninde, bacağı ve elinde kan pıhtıları saptanıyordu.
Dün ise durumu kesinlikle normale dönmüştü. Onu muayene edip ölmesinin olanaksız olduğunu, hiçbir sorun veya tehlikenin mevcut olmadığını söylediler. Ama bu böyledir. Tehlikenin olduğu gün, doktorlara göre tehlikesizdi. Bir ay önce hastaneye yatırıldığında geçirdiği ilk yirmi-dört saat ise en tehlikeli zamandı; öleceğinden korkuyorlardı. Ama ölmedi. Daha sonraki yirmi-dört saat boyunca hala kurtulup kurtulamayacağı hakkında bir şeyler söyleyemiyorlardı. Hatta bir cerrah, kan pıhtıları başka yerlere giderse onu kurtarmak mümkün olmayacağı için, tüm bacağı kesme önerisini bile getirmişti.
Ben bacağın kesilmesine karşı çıktım çünkü insan er ya da geç ölecekse, bedenin şeklini bozup daha fazla acı çektirmenin ne anlamı vardı? Yalnızca yaşamak, yaşam süresini uzatmak da anlamsızdı. Bu yüzden karşı çıktım ve bu doktorları şaşırttı. Fakat o neredeyse dört hafta boyunca yaşamayı sürdürünce, benim haklı olduğuma, bacağı kesmenin gereksiz olduğuna karar verdiler. Bacak kurtuluyor, adeta diriliyordu. Hatta yeniden yürümeye başlamıştı ki bu Dr. Sardesai için bir mucizeydi. Bu kadarını, tekrar yürüyecek olmasını ummuyorlardı bile.
Dün tamamıyla normaldi, her şeyi normale dönmüştü. Bu durum benim için, ölümün gerçekleşmesinin artık mümkün olduğunun işaretiydi. Eğer meditasyon ölümden önce gerçekleşebilirse her şey normale döner. Kişi ölürken kusursuz bir sağlığa kavuşur çünkü gerçekte ölmüyor, yalnızca daha yüksek bir boyuta geçiyordur. Beden bu durumda bir sıçrama tahtası görevi görür.
O yıllardır meditasyon yapıyordu. Ender bulunan bir adamdı, onun gibi bir baba zor bulunur. Oğlunun öğrencisi olan bir baba: bu çok enderdir. İsa'nın babası oğlunun öğrencisi olmaya cesaret edemedi, Buda'nın babası için ise bu seneler aldı. Ama benim babam yıllardır meditasyon yapıyordu. Her gün üç saat boyunca, sabah üçle altı arası meditasyona oturuyordu. Dün bile, hastanede olmasına karşın bunu sürdürdü.
Olay dün gerçekleşti. Kişi bunun ne zaman olacağını bilemez. İnsan kazmayı sürdürürse bir gün suyun kaynağıyla, bilincin kaynağıyla karşılaşır. Dün bu gerçekleşti, iyi bir zamanlamayla gerçekleşti. Bedenini bir gün önce bile terketmiş olsaydı kısa süre sonra başka bir bedenle geri dönecekti çünkü hala bir parça bağlanma mevcuttu. Ancak dün defter tamamen temizlenmişti. Zihinsizlik durumuna erişip bir buda gibi öldü. Zaten kişi budalık durumundan daha fazla ne isteyebilir ki?
Benim burada tüm çabam, sizlerin birer buda gibi yaşayıp birer buda gibi ölmenize yardımcı olmaktır. Bir budanın ölümü her ikisini de kapsar. Bu ölüm değildir çünkü yaşam sonsuzdur. Yaşam doğumla başlayıp ölümle sona ermez. Milyonlarca kez doğdunuz ve öldünüz; bunlar sonsuzluğa doğru çıktığınız kutsal yolculuğun içinde yalnızca küçük bölümlerdir. Ama bilinciniz açık olmadığı için yaşamın ve ölümün ötesinde olanı görememektesiniz.
Daha bilinçli bir hale geldikçe, asıl yüzünüzü göreceksiniz. O dün bunu gördü. Tek elin çırpış sesini, sessiz sesi duydu. Bu yüzden bu bir ölüm değil, sonsuz yaşama erişmektir. Diğer yandan toptan ölüm olarak da nitelendirilebilir çünkü o artık geri gelmeyecektir.
Neşe ve sevinç duyun!

Ermiş Prens
25 Ocak I947'de doğan Hanover Prensi, Prens Welf son Alman İmparatorunun torununun torunuydu. Babası Prens Georg Wilhelm gibi, Hanoverli İngiliz krallarının soyundan geliyordu. Annesi, Yunan Prensesi, Prenses Sophia ise İngiliz Prens Philip Mountbatten'in kızkardeşiydi.
Prens Welf eğitimini Almanya'daki Salem School ve kuzeni Prens Charles'ın da okuduğu, İskoçya'daki Gordonstoun gibi bir çok özel okulda gördü.
Prens zamanla aristokrat tarzdaki yetiştiriliş biçiminden uzaklaşmaya başladı. Tubingham Üniversitesi'nde ekonomi ve eğitim okuduktan sonra bir prenses değil de sıradan bir vatandaş olan, aynı okulda okuyan kız arkadaşıyla evlendi. Kısa zaman sonra Prens Welf ve karısı Wibke, terapi guruplarına katılmaya başlayıp, daha sonra da Zist Terapi Enstitüsü'ne geçip, orada terapi gruplarını yönettiler. Daha sonra Zist'te Bhagwan Shree Rajneesh'in meditasyon yöntemleriyle tanışıp, iki sannyasinin yönettiği gruba katıldılar.
Prens Welf'in Üniversite bitirme sınavlarından hemen önce, Prens, Wibke ve beş yaşındaki kızları Tania Almanya'dan ayrılarak karayolundan Hindistan'a gittiler. Bhagwan Shree Rajneesh'in Poona'daki aşramına 1975 yılının Aralık ayında vardılar.
Tüm aile, Tania'nın liderliğinde 16 Aralık 1975'te sannyas aldı. Bhagwan Prens'e Swami Anand Vimalkirti ismini verdi. "Anand" mutluluk, "Vimalkirti" ise özün saflığı anlamına geliyordu.
8 Ocak 1981'de, Vimalkirti karate ısınma hareketleri yaparken beyin kanaması geçirerek komaya girdi. 5 gün boyunca Poona hastanesinde solunum cihazlarına bağlı olarak yaşadı. Annesi Prenses Sophia ve kardeşi Prens Georg, onun yanında olabilmek için Almanya'dan Poona'ya uçtular.
Uzun seneler boyunca edindiği meditasyon deneyimleri, Vimalkirti'ye bedeni, zihni ve kalbiyle olan tüm bağlarının ötesine geçebilecek farkındalığı sağladı. 9 Ocak gecesi aydınlanarak, ertesi sabah bedeninden ayrıldı. Ailesi, tüm dostları ve komün üyelerinin katıldığı bir kutlama sırasında, Bhagwan, ustanın, öğrencisiyle paylaştığı sevgisinin bir göstergesi ve veda jesti olarak, Vimalkirti'nin kalbinin üzerine güller bıraktı. Dans edip, şarkılar söyleyen binlerce sannyasin, Vimalkirti'nin bedenine, yakılacağı tören yerine kadar eşlik ettiler. "Bir Prens gibi gitmesine izin verin" dedi Bhagwan. "O bir prensti. Sannyasinlerimin her birisi birer prenstirler."
13 Ocak günü, Vimalkirti'nin ailesi, babası Prens Georg'un da katılımıyla, Mavi Tuna Vals'i eşliğinde küllerini aşrama geri getirdiler. Küller böylece, mermer bir anıtın içinde, aşramın ağaçlık, sakin bir köşesinde yerini bulmuş oldu.
"O bir prensti. Aristokrasi doğuştan gelen değil, kalbin niteliğiyle ilgili bir özelliktir. Ve bana göre O, dünyanın en ender, en güzel ruhlarından birine sahipti."

Sevgili OSHO,
Vimalkirti'ye neler olduğu hakkında bir şeyler söyleyebilir misiniz?
Vimalkirti'ye hiçbir şey olmuyor - tam olarak hiçbir şey çünkü hiçbir şey nirvana'dır. Batının hiçliğin güzelliği hakkında hiçbir fikri yoktur. Batının tavrı tümüyle dışa dönük, nesneler ve olaylara endekslidir. 'Hiçbir şey' kulağa boşluk gibi geliyor ama işin aslı hiç de öyle değildir.
Bu Doğunun en büyük keşiflerinden biridir: hiçlik boşluk demek değil aksine boşluğun tam tersi demektir. Dopdolu olmak, taşmak anlamındadır.
'Hiçbir şey' sözcüğünü farklı yerleştirdiğinizde karşınıza 'hiç birşey' çıkacak ve geştalt değişimlerinde olduğu gibi anlam bir anda değişecektir.
Hiçlik sannyasin hedefidir. Kişi hiçbir şeyin olmadığı bir yere gelebilmelidir: tüm oluşlar yok olur. Yapma yoktur, yapan yoktur, arzu yoktur, hedef yoktur. Kişi yalnızca varolmaktadır, bilincin sularında en ufak bir kıpırdanma, en küçük bir ses bile kalmamıştır.
Zen yolundakiler bu duruma 'tek elle el çırpma sesi' derler. Tek elle el çırpmak tabii ki ses çıkartamaz, bu sessiz sestir, omkar yani yalnızca sessizliktir. Ama sessizlik boş değildir, aksine dopdoludur. Tamamen sessiz olduğunuz, hiçlikle tamamen uyum içinde olduğunuz an, bütünlük içinize yerleşir, her şeyin ötesindeki alem içinize nüfuz eder.
Ancak Batı zihni tüm dünyayı kendi gücünün ötesine itmiştir: hepimiz birer işkoliğe dönüştük. Benim tüm yaklaşımım ise sizlere sıfır olma yolunda yardım etmeye dayalıdır. Yaşamın en kusursuz deneyimi sıfırdır; bu en yüksek haz ve mutluluk deneyimidir.
Vimalkirti kutsandı. O asla şaşmayan, burada geçirdiği sürenin tamamında doğruluğu daima bütün olan, seçilmiş sayılı sannyasinlerimden birisiydi. Asla bir soru sormadı, asla bir mektup yazmadı, asla bir sorunla bana gelmedi. Öyle bir güven duyuyordu ki yavaş yavaş benimle bütünleşmeye başlamıştı. O en ender yüreklerden birine sahipti; yüreğin bu niteliği dünyada kalmamış durumda. O gerçek bir prens, gerçek bir asil, gerçek bir aristokrattı. Aristokrasi doğuştan gelen değil, kalbin bir niteliğiyle ilgili bir özelliktir. Ve bana göre O, dünyadaki en ender, en güzel ruhlardan birine sahipti.
Onun hakkında, 'Neler oluyor?' sorusunu sormak çok yersizdir.
Tabi ki insan, yetiştirilme biçiminden kaynaklanan, özellikle de Almanlar için geçerli olan, eski düşünce yöntemlerine doğru bir eğilim gösteriyor. Şöyle duymuştum:
Küçük Joey annesinin evden ona seslendiğini duyduğunda bir ağacın altında oturuyordu, "Joey ne yapıyorsun?"
"Hiçbir şey, anne" diye yanıt verdi.
"Yo, gerçekten Joey, ne yapıyorsun?"
"Hiçbir şey dedim ya."
"Bana yalan söyleme! Ne yapıyorsun söyle çabuk!"
Bu noktada Joey, derince iç çekip yerden küçük bir taş aldı ve biraz uzağa fırlatarak annesine,
"Taş atıyorum" diye seslendi.
"Ben de bunu yaptığını sanıyordum zaten! Şimdi hemen buna bir son ver!"
"Tanrım" diye kendi kendine söylendi Joey, "bugünlerde kimse hiçbir şey yapmamana izin vermiyor."
Mutlaka bir şey yapılmalı...kimse bana inanmıyor, siz de Vimalkirti hiçbir şey yapmıyor, yalnızca varoluyor dediğimde bana inanmayacaksınız.
Beyin kanaması geçirdiği gün onun için biraz endişelenmiştim, bu yüzden doktor sannyasinlerime onun en azından yedi gün boyunca hayatta kalmasını sağlamalarını söyledim. O kadar güzel, o kadar iyi gidiyordu ki, işi yarım bırakarak gitmemeliydi. Tam kıyıda duruyordu ve yalnızca küçük bir itkiyle o her şeyin ötesindeki aleme ait olacaktı.
Bana yaşamı yapay yollarla sürdürmekle ilgili birçok soru yöneltildi. O şu anda yapay solunum yapıyor. Yoksa o gün ölmüş olacaktı, neredeyse ölüyordu da. Bu yapay yollar olmasaydı gerçekten başka bir bedene, başka bir rahme girmiş olacaktı. Ama geri geldiğinde ben burada olmayacaktım. Kendine başka bir usta-hele benim gibi çılgın bir usta- bulup bulamayacağını kim bilebilirdi? Hem ayrıca birisi benimle böyle derin bir bağ kurduktan sonra başka bir ustayla yapamayacak çünkü diğer ustalar ona fazlasıyla düz, sıkıcı ve cansız gelecektir.
Bu yüzden biraz daha kalmasını istedim. Başardığı son şey, yapmakla hiçbir şey yapmama durumu arasındaki sınırı aşmak oldu. Onun hala içinde olan o 'bir şeyler' yokoldu. O artık hazır, artık ona veda edebilir, bunu kutlayabilir, onu layıkıyla uğurlayabiliriz.
Ona müthiş bir mutlulukla iyi yolculuklar dileyin. Danslarınız ve şarkılarınızla birlikte gönderin onu.
Onu görmeye gittiğimde aramızda gerçekleşenler şunlardı: gözlerim kapalı olarak yanında bekledim. Müthiş mutluydu. Bedeni artık tamamen kullanılmaz durumda. Cerrahlar, beyin cerrahları ve diğer doktorlar endişeliydi; tekrar tekrar kafamda neler döndüğünü, onun hayatta kalmasını neden istediğimi sorup duruyorlardı. Onlara göre bu anlamsızdı çünkü bir şekilde kurtulmayı başarsa bile, beyni asla düzgün çalışamayacaktı. Ben de onun bu durumda olmasını istemeyeceğime göre gitmesi daha iyi olurdu.
Neden onun yapay yollarla solunumunu sürdürmesini istediğim konusunda endişeliydiler. Bazen kalbi bile duruyor, yapay olarak yeniden çalıştırılması gerekiyordu. Dün böbrekleri iflas etmeye başladı ve içeride büyük bir ödem oluştuğu için kafatasında bir delik açılmak zorunda kalındı. Bu doğuştan gelme, olması gereken, bedeninin programına dahil bir durumdu.
Ama o çok güzel idare etti: ölüm gerçekleşmeden önce bu yaşamı o en yüce çiçeklenme için kullandı. Geriye çok az bir şey kalmıştı: dün gece o da yokoldu.
Dün gece ona, "Vimalkirti, artık herşeyin ötesine benim kutsamamla gidebilirsin" dediğimde sevinçten neredeyse haykırdı, "Haarika!"
"O kadar da değil" diyerek ona bir öykü anlattım.
Bir karga bir kurbağayla karşılaşıp anlatmaya başlamış:
"Cennette müthiş bir parti verilecek!"
Kurbağa kocaman ağzını açıp, "Haarika!" demiş.
Karga devam etmiş,' Müthiş yemek ve içecekler olacak."
Kurbağa yine, "Haarika!" diye yanıt vermiş.
"Güzel kadınlar gelecek ve Rolling Stones da canlı olarak çalacak."
Kurbağa ağzını daha da açıp haykırmış, "Haarikaa!"
Ve karga eklemiş, "Ama büyük ağızlı hiç kimse içeri alınmayacak."
Bunun üzerine kurbağa dudaklarını sıkıca büzüp şöyle mırıldanmış, "Zavallı timsah. Büyük hayal kırıklığına uğrayacak!"
Vimalkirti kusursuz bir güzelliğe sahip. O başka bir bedene dönmek zorunda kalmayacak çünkü uyanmış olarak, bir budalık durumunda gidiyor.
Bu nedenle hepiniz canlanmalı, dans edip, şarkılar söylemeli ve bunu kutlamalısınız. Yaşamı ve ölümü kutlamayı öğrenmeniz gerek. Yaşam gerçekten ölümün olabileceği kadar müthiş değildir; ancak ölümün müthiş olabilmesi için kişinin dördüncü etaba, turiya'ya erişmesi gereklidir.
Normal olarak beden, zihin ve kalple özdeşleşmekten kopmak güçtür ama Vimalkirti için bu çok kolay gerçekleşti. O bu özdeşleşmeyi noktalamak zorundaydı çünkü beden zaten ölmüştü- beş gündür ölüydü. Beyin iflas etmiş, kalp ise uzaklara gitmişti.
Geçirdiği kaza yalnızca dışarıdan bakanlar için bir kazaydı ama Vimalkirti'nin kendisi için belli ki üzeri örtülmüş bir kutsamaydı. Böyle bir bedenle kendinizi daha fazla özdeşleştiremezsiniz: böbrekler çalışmıyor, solunum çalışmıyor, kalp çalışmıyor, beyin tamamen zarar görmüş. Böyle bir bedenle nasıl özdeşleşebilirsiniz? Bu imkansız. Yalnızca biraz açıklıkla kendinizi ayırabilirsiniz ve o bunu yaptı çünkü bu kadar açıklığa sahipti, bu kadarını geliştirmişti. Bu yüzden anında farkına vardı ki, "Ben beden değilim. Ben zihin değilim. Ben kalp de değilim." Bu üçünü geçebildiğiniz zaman dördüncü etap, yani turiya'ya erişirsiniz ve o sizin gerçek doğanızdır. Ona bir kez erişildiğinde bir daha asla kaybedilmez.
O benim fıkralarıma bayılırdı. Bu onun için son konuşma olduğuna göre bu fıkra da onun için:
İtalyan bir çift aceleyle hastaneye gidiyordu çünkü kadın doğum yapmak üzereydi. Fakat yolda korkunç bir kaza oldu ve adam komaya girerek hastaneye kaldırıldı.
Kendine geldiğinde ona üç aydır komada olduğunu, karısının iyi olduğunu ve biri kız, biri oğlan ikiz babası olarak gurur duyması gerektiğini söylediler.
Mümkün olduğu kadar yakın zamanda hastaneden ayrılıp ailesine koştu ve evde bir süre geçirdikten sonra karısına çocuklara ne isim koyduklarını sordu.
Karısı yanıt verdi: "İtalyan geleneklerine uyarak isimlerini ben koymadım. Yeni doğan bebeklerin ismini koymak erkeğin işidir ama sen komada olduğun için bu görev oğlan kardeşine düştü."
Bunu duyan koca oldukça üzgün bir şekilde şöyle dedi, "Oğlan kardeşim tam bir salaktır! Onun dünyadan haberi yoktur! Çocuklara ne isim koydu?
Karısı, "Kız olana Denise ismini koydu" diye yanıt verdi.
"Hey, bu fena değil" dedi koca. "Peki ya diğer bambino?"
"Oğlanın ismiyse De-nephew* oldu"
...Bunlar benim felsefemin üç öğesi: yaşam, aşk ve kahkaha. Yaşam yalnızca bir tohumdur, aşk bir çiçektir, kahkaha ise bir kokudur. Yalnızca dünyaya gelmiş olmak yetmez, kişi yaşam sanatını öğrenmelidir; bu meditasyonun A'sıdır. Daha sonra kişi sevme sanatını öğrenmelidir; bu ise meditasyonun B'sidir. Ve sonra kişi gülme sanatını öğrenmelidir; bu da meditasyonun C'sidir ve meditasyonun yalnızca üç maddesi vardır: A,B,C.
Bugün Vimalkirti'yi en güzel şekilde uğurlamalısınız. Onu kahkahalarla uğurlayın... O burada, sizin gülümseyişlerinizde, kahkaha atışlarınızda bizimle birlikte olacaktır. O burada, çiçeklerin, güneşin, rüzgarın, yağmurun içinde yaşayacaktır, çünkü hiçbir şey yokolmaz, hiç kimse gerçekten ölmez, yalnızca sonsuzluğun bir parçası haline gelir.
Bu yüzden gözlerinizde yaşlar hissetseniz bile bırakın bunlar sevinç gözyaşları olsun, onun elde ettiği başarının sevinç gözyaşları... Kendinizi, onu nasıl özleyeceğinizi düşünmeyin; onu, nasıl tamamlandığını düşünün.
Benim yaklaşımım tamamen kutlama üzerinedir. Benim için din kutlamanın tüm tayfı, tüm gökkuşağı, tüm renkleridir. Bunu kendiniz için büyük bir fırsat olarak değerlendirin çünkü onun aramızdan ayrılışını kutlarken bir çoğunuz daha büyük yüksekliklere, varoluşun yeni boyutlarına erişebileceksiniz; bu mümkün olacaktır. Bunlar kaçırılmaması gereken anlardır; bunlar kapasitelerinin son damlasına kadar değerlendirilmesi gereken anlardır.

* İngilizce'de 'niece' (Denise'teki 'nise' ile okunuşu aynıdır) kız yeğen anlamına nephew ise erkek yeğen anlamına gelmektedir.


Tibet Bardosu
Ölüm bir son değil, insanın tüm yaşamının zirvesi, doruk noktasıdır. Ölüm sizin sona erdiğiniz değil yalnızca farklı bir bedene taşındığınız anlamına gelir. Doğu'da buna "teker" adı verilir. Bu teker sürekli döner durur. Evet, tekeri durdurmak mümkündür ama bu ancak ölürken gerçekleşebilir.
Bu dedemin ölümünün bana öğrettiği bir ders, en büyük derstir. O ağlıyor ve gözünde yaşlarla bizden tekeri durdurmamızı istiyordu. Ne yapacağımızı şaşırmıştık; tekeri nasıl durdurabilirdik?
Teker onun tekeriydi; bizim için görünür bir şey bile değildi. O, onun kendi bilinciydi ve ancak kendisi durdurabilirdi. Ancak bunu bizden istediğine göre, bunu kendi başına başaramadığı açıktı. Gözyaşlarının ve sanki sağırmışız gibi sürekli bu isteğini tekrarlamasının nedeni de buydu. Ona, "Seni duyduk ve anlıyoruz. Lütfen sessiz ol."dedik.
O anda harika bir şey oldu. Bu konuyu daha önce kimseye açmamıştım; belki de şu andan önce henüz bunun zamanı gelmemişti. Dedeme, "Lütfen sessiz ol." dedim. Kağnı, bozuk, kötü yolda büyük bir gürültüyle sallanıyordu. Hatta buna yol bile denemezdi, üzerinde ilerlemeye çalıştığımız yalnızca bir patikaydı ve o ısrar edip duruyordu, "Tekeri durdurun, Rajah beni duyuyor musun? Tekeri durdurun."
Ona tekrar, tekrar, "Evet, seni duyuyorum" dedim. "Ne demek istediğini anlıyorum. Ama sen de biliyorsun ki senden başka kimse tekeri durduramaz. Bu yüzden lütfen sessiz ol. Sana yardım etmeye çalışacağım."
Anneannem şaşırmıştı. Bana faltaşı gibi kocaman açılmış gözlerle bakıyordu. Nasıl yardım edebilirdim ki?
Ona şöyle dedim, "Evet, bu kadar şaşırma. Ansızın geçmiş hayatlarımdan birisini hatırladım. Onun ölümünü görmek bana kendi ölümlerimden birisini hatırlattı." O hayat ve ölüm Tibet'te gerçekleşmişti. Tibet çok bilimsel bir şekilde bu tekeri durdurmayı bilen tek ülkedir. Sonra kutsal bir şarkı mırıldanmaya başladım.
Ne anneannem, ne ölmekte olan dedem, ne de dışarıda bizi dikkatle dinlemekte olan uşağımız Bhoora bu şarkıyı anlayabiliyordu. Daha da garibi, ben de söylediğim şarkının tek bir sözcüğünü bile anlamıyordum. Ancak bu olayın üzerinden oniki-onüç yıl geçtikten sonra ne olduğunu anlayabildim. Bunu keşfetmek o kadar zaman aldı. Bu, bir Tibet ritüeli olan Bardo Thodal'dı.
Tibet'te birisi öldüğü zaman belli bir mantra tekrarlanır. Bu mantraya bardo adı verilir. Mantra ölmekte olan kişiye şunları söyler: "Rahatla ve sessiz ol. Kendi merkezini bul ve orada dur. Bedenin başına ne gelirse gelsin oradan ayrılma. Yalnızca olup bitene tanık ol.
Bırak ne olacaksa olsun, araya girme. Hatırla, hatırla, hatırla ki sen yalnızca tanıksın; bu senin gerçek doğan. Bunu hatırlayarak ölürsen, teker duracaktır."
Bardo Thodal'ı ne yaptığımı bile bilmeden, ölmekte olan dedem için tekrarladım. Garip bir şekilde ben bunu tekrarladıkça, o da tamamen sessizleşerek beni dinledi. Belki de Tibetçe duymak çok şaşırtıcı bir şeydi. Belki ömrü boyunca tek kelime bile Tibetçe duymamıştı; belki de Tibet diye bir ülkenin varlığından bile haberi yoktu. Fakat ölürken bile tamamen katılımcı ve sessiz bir hale gelmişti. Anlayamadığı halde Bardo işe yaramıştı. Bazen anlamadığınız şeyler işe yarar; ve işe yaramalarının tek nedeni de anlamamanızdır.